Hindistan kökenli Amartya Sen, Harvard Üniversitesi’nde Ekonomi ve Felsefe profesörü olup, 1998 yılında Nobel Ekonomi ödülünü kazanmıştır.

YALNIZCA EURO DEĞİL, AVRUPA DEMOKRASİSİNİN KENDİSİ DE TEHLİKEDE…

Amartya Sen

Yunanistan’daki durum, kötü sicillerine rağmen, derecelendirme kuruluşlarının politik alan üzerinde patronluk taslamalarına izin verme tehlikesine işaret ediyor.

Avrupa, demokrasi pratiğinde dünyaya öncülük etti. Bu nedenle, arka kapıdan giren finansal öncelliklerin bugün demokratik yönetişime yönelen tehditlerinin dikkati çekmemesi kaygı verici. Avrupa politik arenasında şimdilerde serbestçe patronluk taslayan finansal kurumlar ve derecelendirme kuruluşlarının giderek yükselen rolüyle birlikte, Avrupa’nın demokratik yönetiminin altının nasıl oyulduğu konusunda ciddi sorunlarla karşı karşıyayız.

İki farklı sorunun birbirinden ayrılması gerekir. Birincisi, Walter Bagehot ve John Stuart Mill’in “tartışarak yönetme” olarak tanımladıkları şeyi de içeren demokratik önceliklerin yeriyle ilgili. Varsayalım ki, güçlü finans patronlarının yapılması gerekenleri doğru bir şekilde kavradıklarını kabul ettik. Bu, demokratik bir diyalogda onların sesine kulak vermemizi gerektirir. Ancak bu durum, uluslararası finans ve derecelendirme kurumlarının, demokratik olarak seçilmiş hükümetlere tek yanlı olarak hükmetmesine izin vermekle aynı şey değil.

İkinci olarak, finansal buyurganlar, istikrarsızlık içindeki ülkelerden bu ülkelerin finansal kapasitelerini yükseltmelerini ve reform yapmadan finansal olarak bir araya gelinen ve Euro kulübünün değişmez bir üyesi olunan bir modelde euronun devam edeceğini garanti etmesini talep ediyorlar. Derecelendirme kuruluşlarının ekonomik sorunları teşhisi, ileri sürdükleri gibi gerçeğin sesi değil. Hatırlayalım, 2008 ekonomik krizi öncesinde, derecelendirme kuruluşlarının finans ve iş dünyasının şirketlerini sertifikalandırmaktaki sicili o kadar berbattı ki, Amerikan Kongresi bunların kovuşturulup kovuşturulmaması konusunu ciddi olarak tartışmıştı.

Çoğu Avrupa ülkesi, kamu harcamalarının esaslı bir şekilde kısılması yoluyla kamu açığını hızlı bir biçimde düşürmek hedefine kilitlendiğinden bu yana, seçilen politikaların hem insanlar hem de ekonomik büyüme yoluyla kamu geliri üretme üzerinde muhtemel etkisinin ne olabileceğine gerçekçi olarak bakmak kritik bir önemdedir. Elbette, “Fedakârlıkta bulunmanın” yüksek ahlakî değerlerinin büyüleyici bir etkisi var. Bu “doğru” giysiyi seçme felsefesidir. “Eğer kadın kendini onun içinde iyi hissediyorsa, o halde daha küçük bir ölçüye ihtiyaç duyuyordur.” Yine de, eğer finansal olarak doğru şeyleri yapma talepleri mekanik olarak acele kesintilerle ilişkilendirilirse, sonuç, ekonomik büyüme açısından altın yumurtlayacak kazı öldürmek demek olur.

Bu kaygı İngiltere’den Yunanistan’a kadar birçok ülke için geçerli. Kamu açığını indirmenin “kan, ter ve gözyaşı” ortak stratejisi, Yunanistan ve Portekiz gibi zayıf ülkelere dayatılan şey konusunda belli bir akla yatkınlık duygusu yaratıyorsa da, bu aynı zamanda finansal piyasalarda üretilen paniğe karşı durabilecek Avrupa genelinde ortak bir politik duruşa sahip olmayı da güçleştiriyor.

Daha geniş bir politik perspektife ek olarak, daha berrak ekonomik düşünceye de ihtiyaç var. Kamu geliri üretmede ekonomik büyümenin önemini göz ardı etme eğilimi daha dikkatli bir incelemenin temel konusu olmalıdır. Büyüme ve kamu geliri arasındaki güçlü ilişki, Çin ve Hindistan’dan Amerika ve Brezilya’ya kadar birçok ülkede gözlemlendi.

Burada tarihten alınacak dersler de var. İkinci dünya savaşı bittiğinde, çoğu ülkenin kamusal borçları büyük kaygılara neden olmuştu, ancak hızlı ekonomik büyüme sayesinde borç yükü hızlı bir biçimde azaldı. Benzer şekilde, 1992 yılında iktidar geldiğinde Başkan Clinton’ın karşı karşıya bulunduğu büyük kamu açıkları, başkanlığı süresince büyük ölçüde hızlı ekonomik büyümenin sonucu olarak eriyip yok oldu.

Demokrasiye tehdit konusu, bu politikalar demokratik seçimlerle iş başına gelen bir hükümet tarafından uygulandığından, şüphesiz İngiltere için geçerli değil. Mevcut duruma bir süreliğine ara vermenin bir nedeni olabilecek, seçim zamanı açıklanmayan bir stratejinin uygulanmaya konması, demokratik bir sistemin seçimlerden başarıyla çıkana sunduğu bir çeşit özgürlüktür. Ancak İngiltere’de bile, bu durum daha fazla kamusal tartışmayı dışlamaz. Ayrıca, İngiltere’nin kendi iradesiyle seçtiği kısıtlayıcı politikaların, nasıl Yunanistan’a dayatılan çok daha sert politikaları inandırıcı kıldığını da bilmemiz gerekir.

Bazı Euro bölgesi ülkeleri nasıl bu karmaşanın içine düştüler? Yunanistan ve Portekiz gibi ülkelerdeki geçmişteki finansal ihlalleri dikkate alsak da (ve Mario Monti’nin Avrupa Birliği’ndeki “aşırı saygı” kültürünün bu ihlallerin denetlenmeden geçmesine izin verdiği konusundaki önemli vurgusunu da kaydettikten sonra), daha fazla politik ve ekonomik bütünleşme olmaksızın ortak bir para birimine geçmenin acayipliği kuşkusuz bunda bir rol oynadı. Yunan hükümetine –özellikle Başbakan George Papandreou’ya- sağlanan yüksek kredibilite sayesinde, hükümet, politik dirence rağmen, yapabileceğini yapıyor, ancak canı yanan Atinalıların boyun eğmesi, Avrupa’nın Yunanistan’a dayatılan isteklerin –ve zamanlamanın- yerindeliğini inceleme ihtiyacını ortadan kaldırmıyor.

Euro’ya kesin olarak karşı olduğumu hatırlamanın benim açımdan, güçlü bir şekilde Avrupa Birliği’ni savunmama rağmen, bir tesellisi yok. Euro konusundaki kaygım, kısmen her bir ülkenin para politikası ve döviz kurları ayarlamaları konusundaki özgürlüğünden vazgeçmesiyle ilişkili. Bu özgürlükler, geçmişte güçlük içindeki ülkelere geniş imkânlar sundu ve finansal pazarları istikrara kavuşturma için gösterilen hummalı çabalarda insan hayatlarının aşırı destabilizasyonunu engelledi. Politik ve mali bütünleşme var olduğunda (Amerika’daki devletlerde olduğu gibi), bu parasal özgürlükten vazgeçilebilir, ama Euro bölgesinin biraz ondan biraz bundan politikası bir yıkım reçetesi oldu. Politik olarak harika birleşik demokratik bir Avrupa fikri, finansal olarak tutarsız belirsiz bir programın içine dâhil edildi.

Euro bölgesinin şimdi yeniden düzenlenmesi birçok sorun ortaya çıkarabilir; ancak zor konular, Avrupa’nın geçmişteki kötü performansıyla bilinen dar görüşlü düşünceden beslenen finansal rüzgârlarda savrulmasına izin vermekten ziyade, akıllıca tartışılmak zorunda. Süreç, tek yanlı buyruklar yayınlayan derecelendirme kuruluşlarının rakipsiz gücüne hemen bazı sınırlamalar koymakla başlamak zorunda. Geçmişteki kötü sicillerine rağmen bu kurumları disiplin altına almak çok güç; ama meşru hükümetlerin iyi yansıtılmış sesi -çözümler işe yaradığında, özellikle uluslararası finansal kurumların desteği sağlandığında- finansal güven konusunda büyük bir fark yaratabilir. Avrupa’nın demokratik geleneğinin marjinal kılınmasına dur demek, abartılı olduğu söylenmesi güç olan bir ivedilik içeriyor. Avrupa demokrasisi Avrupa için önemlidir – dünya için de öyle. / The Guardian, 22 Haziran 2011.

Çeviri: Demokrat Haber