Eninde sonunda bu memlekette Ak Parti bütün partileri de kendisine benzetti. Bugün hangi partide demokrasi var? CHP, MHP, İyi Parti, Saadet Partisi ve HDP. Aslında hiçbirinde parti içi demokrasi bile yok ve bu partilerin her biri fiilen başkanlık ile yönetiliyor. Bunların biri veya birkaçı bir mucize eseri iktidara geldiklerinde, bu zihniyet ile zaten sakat olan Türk usulü demokrasimizi yeniden tesis edebilecekleri ve etmeyi isteyecekleri düşünülebilir mi? Elbette hayır! Türk siyasetçisinin genetiği zaten bozuk ve kusurluydu. Ak Parti dönemi neticesinde iyiden iyiye kötürüm oldu. Türk demokrasisi dün topallarken, bugün yatalak konuma geriledi. Doğal olarak Türkiye seçmeni böylesi bir muhalefeti de ciddiye almıyor. Bugün en sıradan bir kimsenin gündeminde bile ilk sırada ekonomisi ve salgın hastalık var. Fakat hiçbir muhalefet partisinin şöyle ciddi bir sağlık ve salgınla mücadele politikası yok. Muhalefetin görünümü, sadece iktidar partisine karşı çıkmak şeklinde tezahür ediyor. Bu ülkenin geleceği bakımından hiçbir önerisi yok ve herhangi bir vizyonu yok. Rahmetli Demirel'in "tencerenin götüremeyeceği iktidar yoktur" demecini hatırlıyor insan. Belki tek istisnası bu dönemde gerçekleşiyor. En ağır ekonomik krizlerin, depremlerin, yoksulluğun, yolsuzlukların, yalanların, kanlı darbe girişimlerinin, iç ve dış karışıklıkların yıkamadığı, hatta sarsamadığı Ak Parti iktidarı ve özellikle de Erdoğan'a duyulan peygamberane inanç zedelenmedi. Bu gidişle, yapılacak ilk seçimde Ak Partinin oyu en fazla 2002'de ilk geldikleri oy oranına (%34 civarı) geriler ve sadık ufak ortağı MHP'nin arka çıkmasıyla bu topraklardaki egemenliğini paşa paşa devam ettirir. Çünkü bu yönetimin karşısında ciddi ve elle tutulan bir itiraz, bir muhalefet kanadı yok. Futbol terimleri ile konuşacak olursak, rakip takım yorulmuş, üstelik kaleci dâhil 4 oyuncusu kırmızı kartla oyun dışı kalmış. Kale boş. Fakat diğer takım halen orta sahada miskin miskin paslaşıyor, top çeviriyor, oyun süresinin sona ermesini dört gözle bekliyor adeta. Bir türlü rakip kaleye yönelip topu ağlarla buluşturmak istemiyor. Belki de kazanan taraf olmanın coşkusuna ve sorumluluğuna henüz hazır değil...

Örneğin Can Dündar’ın yaşadığı ülkeye dair yaptığı şu benzetmeye hak vermemek elde değil: “Almanya’da bir mafya babası mesela Yeşiller liderine “Akıllı ol” diye mektup yazsa, “Seni bakla kazığıyla tanıştırırım” diye tehdit etse ne olur acaba? Herhalde önce bakla kazığının anlamını çözmeye çalışırlar, sonra adamı ya deli diye tımarhaneye ya suçlu diye hapishaneye atarlar.” Ak Partide en son Berat Albayrak ve Bülent Arınç depremleri yaşandı. Erdoğan bu tür temizlik hareketlerini tabanına “temizlik ve yenileme işlemi” olarak yansıtmayı iyi bilir ve parti tabanı da bu teoriyi şimdiye dek hep kabul edegelmiştir. Hakkını teslim edelim, kendisi her zaman net konuşmuştur. Millet ittifakı ise, halen bir Cumhurbaşkanı adayı ortaya çıkaramadı. “İlkeler üzerinde anlaştık” zırvasını ağızlarında gevelemek dışında, bu konuda 80 milyona tek bir söz söylemekten acizler. Belki de asıl sorun şu, kimse bu enkazı devralmak istemiyor. Hiçbirinin "biz daha iyi yönetiriz" iddiası bulunmuyor... Kaftancıoğlu daha bir iki ay önce "henüz iktidara gelmeye hazır değiliz" itirafında bulunmuştu.

Erdoğan koronavirüs salgınına dair alınan tedbirlerle ilgili konuştuğunda, bugüne dek söylenenlerin aksine, "Birinci derecede sorumlu Bilim Kuruludur" diye konuşarak bir gol daha attı. Prof. Dr. Müftüoğlu, Sağlık Bakanı ile görüşmesini yazarken, “Aşı uygulamaları kesinlikle ücretsiz yapılacak” ifadesini kullanmıştı. Koca ise, “aşılamada toplam rakamın 50 milyon doza kadar çıkabileceğini” belirtmişti. Peki, kim inanabilir buna? 10 kuruşluk maskeyi bedava dağıtamayan devlet, birkaç yüz liralık aşıyı ücretsiz uygular mı ve/veya uygulayabilir mi? Doğrusu, İmamoğlu'nun gerçek vefat sayısı açıklamaları ile yapmakta olduğu baskının bir sonuç doğurmayacağı sanılmıyordu. Ama doğurdu. Neredeyse 4 aydır gerçek vaka sayılarını açıklamamak için her akşam saatlerce lafı eğip büken ve şekilden şekle giren Sağlık Bakanı Koca, sonunda pes etti ve açıklanan reel verilere göre dünyada üçüncü ve Avrupa'da birinci sırada olduğumuzu öğrendik bu vesileyle. Bu gelişme Ak Partinin direncinin kırıldığına yönelik emarelerden biri olarak kabul edilebilir. Bu yeni gelişmenin bir başka nedeni de şüphesiz DSÖ’nün aşıları ülkelere vaka sayısına göre dağıtacağını açıklamış olmasıydı. Diğer yandan, Bahçeli'nin ısrarı ve isteği ile Arınç'ı bile gözden çıkaran Ak Parti, henüz kendisini disipline sevk edecek kıvama gelmedi. Zira Arınç partiden atılır veya öncesinde istifa ederse, bu bir istifa dalgası başlatabilir. Önü alınamayabilir. Zaten Ak Partinin kuruluşundan bugüne kalan kim kaldı ki memleketimizde, Erdoğan'ın kendi şahsından başka...

Fransa Cumhurbaşkanı gerektiğinde bir kararname çıkarıp tüm esnaflar için 9.000 Euro hibe kararı alabiliyor mesela. Bizde ise esnaf kan ağlıyor. 9-10 milyon kişi bu durumda, devletten tek kuruş destek ve yardım alamıyorlar. Acaba Berat Albayrak'ın başına gelen yarın öbür gün Fahrettin Koca'nın başına da gelir mi? Yani acaba Sağlık Bakanı, Erdoğan'a "Biz ABD veya AB gibi değiliz Reis, bizde sadece birkaç bin vaka çıkıyor günde" dediğinde, buna kendisi inanıyor muydu? Acaba Türkiye'de günde gerçekte 40-50 bin vakanın çıktığını söyleyecek cesareti yok muydu? Kovulmaktan ve makamından olmaktan mı korkuyordu? Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, Merkez Bankası'nın dünkü faiz kararıyla ilgili ilk kez konuşmuş ve “Bazen acı ilaçları içmek gerekiyor, Merkez Bankası'nın faiz kararını bu çerçevede değerlendirmemiz gerekiyor.” demişti. Hazır acı reçeteleri yutmaya başlamışken, IMF anlaşması da yakındır. Türkiye'nin halen 431 milyar dolar borcu var ve mevcut borçları döndürebilmek için deli gibi borç arıyor. Risk primimizden dolayı, verilebilecek borçlar bile çok yüksek faizlerden sunuluyor. Zaten çoğu devlet ve kuruluş bize bu siyasi şartlarda borç ve kredi vermeye yanaşmıyor. Hal böyleyken, IMF Türkiye'ye makul ve düşük faizden kredi sunduğu gibi, bu dönemde bu kredinin tamamının sosyal amaçlarla kullanılmasına da müsaade ediyor. Bizimkiler ise ideolojik saplantıları ve seçmenine verdikleri taahhütten dolayı bunu kabul etmediler şimdiye dek. Fakta bu "acı reçete" ifadesi seçmen nezdinde tutarsa, ki tutar, IMF günleri yakındır... Geçenlerde Erdoğan partisinin İl Kongrelerine canlı bağlandı. Konuştu, konuştu, salondan çıt çıkmıyordu. En sonunda yine sitemini dile getirdi: "Sizde aynı heyecanı görmüyorum, eskiden salonlar alkıştan inlerdi" dedi. Bunun üzerine bile gayet cılız alkış sesleri geldi sadece. Dolayısıyla, pek tabi denilebilir ki, Reis yumuşadı, Reis'in karizması erimekte...

İnsan nasıl unutur, 4 yıl önceydi, Ak Partinin önde gelen jöleli ekonomi yiğitlerinden Yiğit Bulut “Türkiye’de kriz yok, yeni bir model doğuyor. Doğum sancıları normal!” demişti. Belli ki doğum yapıldı ama pek beklendiği gibi bir çocuk doğmadı doğrusu… Daha üzerinden iki hafta bile geçmedi, Erdoğan dünyanın geri kalanı ile barışma ve yakınlaşma, hukuk ve ekonomi alanında reform sözü vermişti. "Amerika ile uzun ve yakın müttefiklik ilişkilerimizi, bölgesel ve küresel tüm meselelerin çözümünde aktif olarak kullanmak arzusundayız" diyen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Avrupa'ya da "Geleceğimizi birlikte kurmak istiyoruz" sözleri içe ve dışa umut dağıtıyordu. Böylelikle tam batı ile tekrar yakınlaşıyoruz derken, birden izinsiz gemi arama hadisesi neticesinde AB, İtalya ve Alman Büyükelçilerine nota verdik. Demirtaş ve Kavala noktasında da gayet açık konuştu Erdoğan, Bahçeli çizgisine geri dönüldü. Bahçeli’nin liderliği ve desteği olmadan iktidarı devam ettirme şanslarının olmadığı, en azından şu an için, bir kez daha anlaşıldı, idrak edildi. Hâlbuki Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı bile bu yeni çizgeye kanarak, “Türkiye ile iyi ve mükemmel ilişkilere sahibiz. Türk ürünlerinin gayri resmi boykot edildiğine ilişkin hiçbir veri yok” açıklamasında bulunmuştu. Türk askeri gemisine Akdeniz'de AB emriyle Almanya'nın yaptığı baskın bize bir şey gösteriyor. AB de Türkiye ile yeni bir yakınlaşmaya, tazelenmeye çalışılan bir flörte ilgi ve yakınlık göstermiyor. Araya mesafe koyuyor, ayrımları vurguluyor ve birlikte olmak istemiyor. Bunu şuna benzetebiliriz: Erkek bir süredir ayrı olduğu sevgilisi ile tekrar bir arada olma teşebbüslerinde bulunur, çiçek gönderir, randevu almaya çalışır. Kız ise erkek ile yüz yüze geldiği anda, tam da karşısında onunla çektirmiş oldukları resimleri gözünün önünde yırtar, verdiği hediyeleri yere atıp parçalar. Dolayısıyla bir şey söylemesine gerek kalmamıştır, artık erkek arkadaşına eski değeri vermiyordur ve önemini yitirmiştir...

Bundan 50 sene kadar önce İngiltere’den bağımsızlığını kazanan, yüz ölçümü bizim İzmit ilimiz kadar olan bir ülkedir Katar. Bu coğrafyanın yarısından çoğu da çöllerle kaplı. Ülkenin nüfusu 2,5 milyon civarında. Fakat bunun çoğu işçi ve çalışanlardan oluşuyor. Asıl Katarlı nüfus ise bunun ancak %10’u kadar. Yani İstanbul’un bir mahallesi kadar. Ülkeyi 500-1000 kişilik bir kabile (emirlik ailesi) yönetiyor. Şimdi bu ülkenin emiri Temim bin Hamad el Sani (ki kendisi henüz 40 yaşındadır, yani affı kabul edilen damat ve eski baka Albayrak’ın yaşlarında diyebiliriz) ile en son Türkiye ziyaretinde 10 anlaşma yapılıyor. Tabii ki kutlamalar, şölenler ve gösterişli etkinlikler eşliğinde. 19. Yüzyılın sonlarında El Sani’nin dedelerinin İngilizler ile işbirliği yaparak Osmanlı ile savaştığını da hatırlatmakta fayda var. Türkiye’de 10-15 milyar dolar yatırımı olan Katar’a, Borsa İstanbul’un %10’u da satıldı. Demek ki büyük ülke olmak, büyük bir yüz ölçümüne, topraklara ve kalabalık bir nüfusa sahip olmakla doğru orantılı değilmiş. Katar Emiri ülkesine dönerken Türkiye ziyaretini şu şekilde değerlendirerek özetledi: “Başarılı bir tur gerçekleştirdim!”. Bu arada, hem Suudi Arabistan’ın hem de Katar’ın ABD ile ortak savunma anlaşmaları olduğu için, Suudi baskısı karşısında kalan Katar ülkesi, Türkiye’den askeri yardım istemek durumunda kalmıştı. O günlerde başlayan sıkı kardeşlik ve işbirliği bağlarının meyveleri günümüzde toplanıyor anlaşılan.

Yaşadıklarımız, 1945'te Harry Truman'ın göreve gelmesinden sonra Türkiye'de olup bitenlerle nerdeyse birebir aynı. Bizim gibi ülkeler bu döngülerden kurtulamazlar. Sağcı gelir solcudan, solcu gelir sağcıdan intikam alır. Halk (seçmen) zaten sürekli bir yılmışlık, yıpranmışlık, ezilmişlik, mağduriyet ve dolayısıyla kin, nefret, intikam duyguları içerisinde yaşamını sürdürmektedir. Bu itibarla, hamasi ve takıntılı siyasetçiler için her zaman sınırsız kaynak hazırdır. Gerçek bir ilerleme ve kalkınma ise zaten kimsenin hayali ve ideali değildir...

Daha 15 sene öncesinde Avrupa Parlamentosu sıralarından Türkiye'nin AB üyeliği konusunda "Evet, Evet" sözleri ve pankartları yükseliyordu. Bugün ise aynı parlamentoda 600 küsur milletvekilinden sadece 2 tanesi AB'nin Türkiye'ye ekonomik yaptırım uygulamasına karşı çıkıyor. Onlar mı çok değişti yoksa biz mi?

Lafı daha fazla uzatmadan, ibret alınası şu hikâye ile noktalayalım dilerseniz:

Eski devirde paşanın biri dalkavuğunun zekâsını, kudretini misafirlerine göstermek için huzuruna çağırır, sonra da patlıcanı methetmeye başlar. Hiçbir sebzenin bu kadar çeşitli yemeği olmadığını, hepsinin ayrı lezzette bulunduğunu, her yemeğin kendisine göre olan güzelliğini birer birer sayarken, dalkavuk da aynen iştirak ile Paşa'yı teyit eder dururmuş.

Aradan bir çay faslı gelip geçtikten sonra, Paşa, sözü yine yemekten açarak patlıcana getirmiş ve bu defa patlıcanın şeklinin biçimsizliğinden, çekirdeğinden bahsedip, hatta "acı patlıcanı kırağı vurmayacağı" darb-ı meseleni öne sürerek, "Böyle bir söz hangi sebze için söylenmiştir? Doğrusu hiç hoşlandığım şey değildir!" diye patlıcanın aleyhinde söze devam etmeye başlamış. Dalkavuk da: "Doğrudur efendim, hakikaten bir kere acısına tesadüf ederseniz, ömrünüzde bir daha patlıcan yemezsiniz" gibi zırvalar savurunca, Paşa birden kızıp: "Yarım saat evvel patlıcanı methettim, iştirak ettiniz; şimdi beğenmediğimi söylüyorum, yine beni tasdik ediyorsunuz. Bu ne biçim mizaçtır, nasıl karakterdir?" deyince, dalkavuk hemen şu cevabı vermiş: "Paşam! Ben zât-ı âlinizin dalkavuğuyum, patlıcanın değil!"

(Mahir İz, Yılların İzi, Sayfa 140, İstanbul, 1990)