İktidarın olduğu yerde direniş de vardır diyerek başlayalım yazımıza. Trambolin üzerindeki önemli sıçramalardan birini yaşıyoruz. Tarih bizi, biz de tarihi yaparken umutlandıran unsurların başında tarihin sonuna yaklaştıran sıçrayışlar geliyor.

Artık direniş başladığı düzlemde değildir, dönüştürdükçe dönüşüyor ve bir sonraki sıçrayışı da içinde alevlendiriyor. Mikro-direniş odaklarının sınıfsal perspektifi düzleminde her buluşması iktidarın kolonlarına bir darbe indiriyor, her darbe de bir sonrakini barındırıyor içinde…

Gezi parkı direnişini bir mikro-direniş odağı olarak sınıfsal düzlemde bütünleşebildiği oranda iktidarın kolonlarının ömrünü azaltıyor. Direnişin rengi geniş ve bu noktada taraftar gruplarından bahsetmek istiyorum.

Direnişte cephelerini alan tüm taraftarları selamlarken, direnişin varması istemediğimiz bir noktaya vurgu yapalım ve Yunanistan’dan ders alalım. Yunanistan’daki hareketleri (özellikle öğrencilerin) yakinen biliyoruz. Direniş günlerinde Yunanistan başbakanın ‘Onlar bizim gençlerimiz, enerjilerini boşaltsınlar, devletin bütün zararı karşılayacağı yönündeki açıklamasını kılavuz almalıyız. Bu aslında varılmaması gerekeni gösteriyor bize. İktidara karşı pratiği yeniden ve daha güçlü üretmek adına direniş odaklarını sınıf bilinci perspektifinde buluşturmamız gerekiyor. Konuyu A veya B düzlemine sıkıştırmadan (ki bu akıl yürütmede hep iktidar kazanıyor) hareketi anti-kapitalist bir düzleme çekebilmek üzerimize düşen. Bunun başında da öncelikle örgütlülük ve mücadele odaklarına daha fazla müdahil olmak geliyor. Çünkü sınıf ekseninden uzaklaşma, direniş odağını A’dan nefret eden B’ye evet diyen bir yöne evirecektir.

Taraftar gruplarının direnişleri, üzerinde (daha geniş bir uygulaması yapıldığı gibi) uzunca süredir devam eden polis şiddetinin yansıması değil sadece. Aslında sınıf savaşı tribünde açığa çıkıyor, vücut buluyor. Basitçe gündelik hayatla bağlantı kuralım: taraftar sadece tribünde var olma mücadelesi vermiyor, her gün çalışanlar iş yerlerinde (işsizleri de unutmayalım) emek sömürüsünün ağırlaştığı, dışlama mekanizmalarının kol gezdiği bir ortamda yaşamaya çalışıyorlar. Bu noktada aslında taraftarlık önce bir kaçışa, gündelikten bir kopuşa karşılık geliyor. Sadece uyku tulumu olarak algıladığımız stadyumlar da artık taraftarın dışlandığı mekanizmanın bir parçasını oluşturuyor. Kulüpler (birer kapitalist işletme olarak düşünebiliriz) tribünlerde cefakar taraftarı değil, sürekli store’lardan alışveriş yapan, lisanslı ürünlerle maça gelip, vaktini çoğunu statlardaki alış veriş merkezlerinde geçiren ‘seyirci’leri tribünde görmek istiyor ve bunun dayatmasını da yeni statlarında (otoparklı, kameralı, AVM’li, herkesin oturarak maç izlediği…), taraftarı kriminal kavramalarla dışarıya iterek yapıyor. Futbolun işçi sınıfının elinden kaydığı bir dönemde direniş de sınıfsal karakterine kavuşabilmek için bütün ön koşullara sahip oluyor.

Direnişte taraftar gruplarının dayanışmasının mutluluk verici olduğunu tekrar vurgulayalım. Fakat grup olmanın verdiği harekete zaten alışık olan taraftarın, direnişte sınıf perspektifiyle buluşmaması halinde Yunanistan başbakanın söylediği düzleme kayacaktır. Asıl şimdi tribünde olmanın, kanal açmanın tam zamanıdır. Tribünlerin sınıf bilinciyle buluşması trambolindeki sıçrayışın direniş mihengi olabilir.

http://twitter.com/osmanbulugil