İnsanlığın tarihine baktığımızda hangi din olursa olsun tarihteki rolü; insanı birey olarak inkar etmiş, özgürce gelişiminin en büyük engeli olmuştur. Hristiyan, Musevi, İslam ve bu dinlerin mezhepleri tümüyle insanlığın daha mutlu ve uyumlu yaşamının teminatı diyebileceğimiz bilimin ve teknolojinin karşısında yer almışlardır. Bütün dinler bilime, akla, aydınlanmaya ve ilerlemeye karşı; düşman boyutunda, en çağ dışı ve akıl dışı tutumlarını kendi kutsal kitaplarına dayandırarak meşrulaştırmaya çalışmışlardır.

Bütün dinler için söylenecek en belirleyici söz, onların herhangi bir şeyi anlama ve bilgi edinme ötesinde bir kavram olduğudur. Din bilmeyi değil, inanmayı ve tapınmayı vurgular. Dinsel düşünüşün en belirgin özelliği sorgulama yapan felsefe olmak değil, dini savunma amacıyla yapılan “düşünme” olmasıdır. Özellikle Orta Çağ döneminde dinler; inancı, dinin kurum ve kavramlarını insan aklına kabul ettirebilmek ve felsefi ve de bilimsel bulgularla temellendirmek amacıyla aklı, felsefeyi ve bilimi egemenliği altına almıştır. Bu dönemde filozofların fikirsel ve bilim insanlarının bilimsel bulgularını kendilerine hizmette kullanmışlardır. Bu nedenle Orta Çağ’da yapılan dinsel düşünme ile felsefe özdeşleşmiştir. Nitekim, bin yıl kadar süren bu uzun dönem boyunca insanlığın tek düşünürleri, kilise papazları olan teologlar olmuştur. Bu yönüyle Orta Çağ düşünüşü, felsefe değil bir dinsel düşünüş dönemidir.

Bu yüzden dinsel düşünüş, egemenliği süresince dini olmayan felsefi ve bilimsel düşünmeyi durdurmuştur. Bütün insanlık bilim ve felsefe açısından koyu bir karanlığa gömülmüştür. Düşünmede dinileşme sürecinin sonunda, felsefi düşünüş dönemlerinde yürürlükte olan “doğru bilgiyi arama” anlayışı bütün Orta Çağ’da yerini, dine göre “doğru davranma” ve “dini savunma” arayışına bırakmıştır. Din, akla yaptığı gibi bilimin de gelişmesine engel olmuştur. Akıl gelişmeyince bilimin de yapılması engellenme süreci yaşamıştır.

Düşüncemizi birkaç örnekleme ile billurlaştırmak gerekirse, Orta Çağ’ın karanlık günlerinde Katolik Kilisesi tarafından kurulan engizisyon mahkemeleri, Orta Doğu’dan Asya’ya, Afrika’dan Avrasya’ya her tarafta dini gericiliğin katliamları hiç eksik olmadı. Daha kısa süre öncesine dek, en yakınımızda İslam Devleti’ni ilan eden IŞİD’in din adına yaptığı mezalimler unutulmadı. Nijerya’da, Kamerun’da, Çad’da, Somali’de, Mali’de, Libya’da din adına işlenen kitle katliamları dini gericilerin dünya algılarının bir yansımasıdır. Kendi coğrafyamızda da Madımaklar, Maraşlar, Malatyalar, Çorumlar dini gericiliğin fotoğrafını tamamlar niteliktedir.

Ülkemizde son on sekiz yıldır ise yeni bir tür dini bağnazlığın etkisi altında olduğumuzu her geçen gün daha fazla hissediyoruz. İpek dokurcasına, adım adım hayatın tüm alanlarına sirayet ettirilen bağnazlık; toplumsal yaşamı adeta felç etmiştir. Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın geçen haftaki cuma hutbesinde sarf ettiği nefret suçunu açık eden sözleri toplumda yeni bir cadı kazanının başlangıcı olmuştur.

Anayasasında hala laiklik yazan bir ülkede “dini doğrular” diye bir açıklama olamaz. Doğrunun belirleyicisi sadece akıl ve bilimdir. Diyanet İşleri Başkanı’nın sözleri birilerinin doğrusu olabilir. İslami açıdan doğru olmadığını söyleyen din adamları olsa da toplumun tümünün düşünsel yönden hiçbir bağlayıcılığı yoktur. Her şeyden evvel uluslararası sözleşmelerde imzası olan bir ülke olarak devlet yöneticilerinin bu garabeti savunacak hiçbir gerekçeleri olamaz. Bunu kendileri de biliyorlar ancak sarsılan iktidarlarını ayakta tutabilmek için toplumu germe, bir kesimi ötekileştirmek ve yok saymak iktidarın özellikle son on yıldan beri esas politikası olmuştur.

Sürdürmeye çalıştıkları gerginlik politikasının uzun vadede olumlu bir sonuç vermeyeceğini kendileri de gayet iyi bilmektedir ancak başka çareleri yok. Huzursuzluk, gerginlik, kaos bu iktidarın beslendiği en temel argümanları olmuştur.

İnsanlık dinlerin olumsuzluğunu, akıl ve bilim sayesinde bertaraf ederek aklın ve bilimin yol göstericiliğinde her türden bağnazlığa ve gericiliğe karşı ilerlemeye devam edecektir.