Gezi Parkı'nın direnişle özgürleştiği günlerde, direnişin bileşenlerinden Çarşı'nın parktaki bir pankartı adeta yaşananları özetliyordu: “Devrim sanki göz kırptı.”

Direnişin kendiliğindenliği, kararlılığı, kitleselliği, çoksesliliği, renkliliği, başka bir dünya mümkün deyişi, onu hayata geçirmeye başlayışı, dayanışmacılığı, yaratıcılığı, özgürlükçü ruhu, en veciz biçimde ancak böyle ifade edilebilirdi.

Dahası, Gezi Parkı'nın büyük bir zulüm ile boşaltılmasından sonraki süreçte, ülkenin parklarının, geleceğimizin tartışıldığı forumlara dönüşmesi de, Lice'deki devlet terörü karşısında, Türkiye'nin her yerinde sokağa çıkılması da, devrimci Müslümanların yeryüzü iftarları da devrimin göz kırpmaya devam ettiğini gösteriyordu.

Türkiye'nin her yerinde günlerce isyan, devrim, özgürlük diye yürüyen, hala da sokaktan çekilmeyen kitleler, ezilenlerin yanında olan herkes için bir umut ve heyecan dalgası yarattı.

Bu umut ve heyecan dalgasını yaşamayan üç gruptan söz edebiliriz. Birinci grup, Erdoğan'ın evde zor tuttuğunu söylediği, AKP'nin, Erdoğan'a kayıtsız şartsız biat eden, Taksim'i ezelim diyen çekirdek faşizan tabanı. (Para-militer sopalı, palalı grupların bu çekirdekten çıktığını söylemek mümkün.)

İkinci grup, kendini AKP'li olarak adlandırsa da, adlandırmasa da, rejimin yanında kalmakta ısrar eden, genellikle yandaş medyada yazan neoliberal, muhafazakar ve yeni-muhafazakar (neo-con) gazeteci ve yazarlar.

Üçüncü grup ise, bütün heterojenliği ile bir halk ayağa kalkarken ve büyük bir polis şiddetine maruz kalırken, bu şiddetin bir numaralı sorumlusuna Tayyip denmesinden bile elitizm çıkarmaya çalışacak, soldaki mahalle baskısını tartışacak ve beş genç katledilirken, balkonundan yaptığı gözlemlerle direnişçilerin şiddet yanlılığından söz edecek kadar gerçeklikten kopmuş sinikler.

Bu devrimsi durumdan panikleyen, rahatsız olan ve türlü yalanlarla bu direnişi karalamaya çalışan muhafazakarlara, neo-conlara ve sırça köşklerinden direnişi küçümseyen, Gezi parkını bir kez bile görmeden ahkam kesen siniklere çok yalın ve reddedilemez bir hakikati hatırlatmakta yarar var: O ıhlamur kokulu park, bu küçümsediğiniz, karalamaya çalıştığınız devrimci kalkışma sayesinde bugün ayakta. Eğer muhafazakarlara teslim olunsaydı, ya da bu otoriter neoliberal iktidarın danışmanı gibi hareket eden yazarların sözlerine itibar edilseydi, bugün o parkın yerinde beton bloklar yükseliyor olacaktı.

Ergen siyaseti, barikat romantizmi deyip küçümseseniz de, anti-Sünni kalkışma deyip Alevifobinizi kussanız da, canlar ölürken mallara ağlasanız da, milliyetçi komplolara sarılsanız da değiştiremeyeceğiniz gerçek şu: Ergen siyaseti diyerek küçümsediğiniz o gençler -evet, babanın otoritesine karşı ayaklandığı gibi- paternalist başbakana ve onun otoriter rejimine karşı da ayaklandı ve bir parkı, ağaçları, onu yok etmek isteyenlerin elinden çekti aldı. Bunu ne yapsanız inkar edemezsiniz, geçiştiremezsiniz, görmezden gelemezsiniz.

Zaten ne yapsanız olmuyor. Milliyetçi diye yaftalamaya çalıştınız, Lice'ye destek yürüyüşleri ile birlikte, direnişi ulusalcıların hegemonize ettiği ithamlarınız yerle bir oldu. Tam tersine, Sırrı Süreyya Önder'in vurguladığı, barış sürecinin esas garantisinin Gezi direnişindeki ruh olduğu tescillenmiş oldu.

İslamofobik demek istediniz, yeryüzü iftarları ile hevesiniz kursağınızda kaldı. Siz bakmayın, Yıldıray Oğur gibi majestelerinin kalemlerinin “Laikler, 30 civarı anti-kapitalist müslümanla barıştı, geriye kaldı 30 milyon kapitalist müslüman” diye pişkinlik yapmalarına. Gezi tabanına ilişkin iddialarının çürütülmesi karşısında böyle kıvırmaya çalışıyorlar. Oysa, ne kadar isterlerdi o, hayal bile edemeyecekleri yeryüzü iftarları olmasın da, gezi direnişçilerini İslamofobik olarak nitelesinler.

Nitekim, başbakanından milletvekillerine, gözümüzün içine baka baka camide bira içtiler yalanını söylemediler mi? O vicdanlı imam sayesinde bu provokasyonları boşa çıkmadı mı? Bir yanda, karşılaştıkları ilk ciddi krizde bu kadar kolay yalan söyleyen bir iktidar, diğer yanda ağaçlar için bedenlerini siper edenler. Kimse kusura bakmasın, burada taraf olamayanları, ya da susmayı bile beceremeyip, kötülüğün tarafında olanları tarih affetmeyecektir.

Yarın sana soracaklar, parkları AVM'ye dönüştürmek isteyen otoriter rejimin yanında mıydın, yoksa bu parkın bugün yaşıyor olmasını sağlayanların yanında mı? Bu zulümlere sessiz mi kaldın, yoksa sessiz bile kalamayıp, Yezit zulmederken, Hüseyin'in hatalarını mı bulmaya çalıştın?

Ölen halk çocukları için tek kelime yazdın mı, yoksa onlar senin için teferruat mıydı? Gezi'den önce Komplo Avcılığı Meslek Yüksekokulu düzenlerken, orada ders verirken, geziden sonra CNN International, Spiegel düşmanı olup, ABD'deki neoconların Rubin başkanlığında AKP karşıtı toplantılarından mı söz etmeye başladın? O nefret ettiğin ulusalcılarla aynı teorileri dile getirmeye mi başladın?

O da yetmedi, penguenleri CNN Türk ekranlarına AKP karşıtlarının koyduğunu söyleyecek kadar hakikatten mi koptun?

Tertemiz gençler karşısında, başdanışmanı Yiğit Bulut, gazetecisi Rasim Ozan Kütahyalı, Engin Ardıç, belediye başkanı Melih Gökçek, milletvekili Şamil Tayyar, sporcusu “Ermenilere bıraktınız meydanı, Allah belanızı versin eylemci çapulcuları” diyen Rıza Kayaalp, akademisyeni “Yahudi, Ermeni ve Rum’sanız Gezi Eylemlerinde Aktif Rol Almanızı Anlayışla Karşılıyorum. Lütfen Soyunuzu Araştırın” diyen Ahmet Atan olan bir rejimi savunmaktan hiç utanmadın mı?

Fakat artık kral çıplak. Yukarıdaki utanılacak isimlerle anılan AKP, hiçbir demokratik mekanizması olmayan bir lider partisidir. Liderine en ufak bir eleştiri getirilemeyen bir partinin ülkeye demokrasi getireceğini beklemek hayaldir. Hala, bütün bu yaşananlardan sonra bazılarının iddia ettiği gibi birden fazla Erdoğan, birden fazla AKP falan yoktur. Barış süreci gelişecekse, bu ülke demokratikleşecekse, bu ancak bu otoriter iktidarın burnunu sürte sürte olacaktır. Ve herkes tarafını seçmek zorunda kalacaktır. Ya milliyetçi muhafazakar neoliberallarin tarafı, ya da Gezi parkını kurtaran Gezi ruhunun tarafı...