Dün 1 Mayıs İşçi ve Emekçi Bayramı dünya ülkelerinde olduğu gibi Türkiye’de de demokrasi ve emek bileşenlerinin düzenlediği etkinliklerle kutlandı. Ülkenin birçok şehrinde irili ufaklı kutlamalarda çalışma yaşamının sorunları ve ötesinde bugün içinde bulunulan siyasal şartların toplum yaşamında yol açtığı travmalar dile getirildi: “Hayır, daha bitmedi. Mücadeleye devam” mesajı verildi.

Bayramında bile çalışmak zorunda bırakılan emekçiler yine mesai yaparak geçirdi 1 Mayıs’ı. Bursa’nın Gemlik ilçesinde Şevket Tabla o gün çalışan işçilerdendi. Adana’daki “çocuk işçi” Ömer Faruk Sever de.

Onların kutlayacakları bir 1 Mayıs’ı bile yoktu ama artık hayatta da değiller. 37 yaşındaki işçi Şevket Tabla boya yaparken vinç kancasının çarpması sonucu ağır yaralı olarak kaldırıldığı hastanede yaşamını kaybetti. 16 yaşındaki Ömer Faruk ise iki aydır çalıştığı mobilya atölyesinde yük asansörüne mobilya yüklerken asansörün aniden hareket etmesiyle kabinle asansör arasına sıkışarak öldü.

Hadi vahşi kapitalizmde sermaye grupları, daha çok kâr uğruna daha çok insanın emeğini daha çok çalarak iş güvenliğinin sağlan(a)madığı çalışma koşullarında iş yerlerini işçilere mezar ediyor ama vatandaşının vergileriyle ayakta duran “kurumları kuralları” olan devlet ne yapıyor? Madencilikten inşaat sektörüne, köprü havaalanı projelerine kadar ihale zenginleri yaratmakla kalmayıp bir de Soma’da maden işçisine tekme indiriyor.

Bu coğrafyada biliyoruz ki iş cinayetlerinin “fıtrat” denilerek üzeri örtülmek isteniyor. Ülkenin en büyük madenci katliamının yaşandığı Soma olayının ardından bizzat dönemin başbakanının 1800’lerde dünya ülkelerinde yaşanan maden facialarından örnek vererek devletin iş cinayetlerindeki sorumluluğunu unutturmaya çalıştığı gibi.

“Yeni Türkiye” işçi ölümleri üzerine kuruluyor. Türkiye Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB), 2017 yılı işçi sağlığı ve iş güvenliği raporunda AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılından bu yana en az 20 bin işçinin öldüğüne dikkat çekiliyor. Bunun en büyük nedenleri ise özelleştirme, taşeronlaşma, sendikasızlaşma olarak öne çıkıyor.

Türkiye’de kayıtlı 12 milyon 699 işçiden ancak 1 milyon 546’sı sendikalı. Ama hâlâ bürokratik engelleri aşamamış olsa da birkaçı dışında sendikaların çoğunluğu sarı sendika. İşçilerin hakkını savunmak için değil, her şartta devletin/hükûmetin ve hattâ sermayenin “üstün çıkarını” korumak üzerine kurulu. İşveren ise sendikadan zaten hazzetmiyor. Sendikalara üye olan çalışanlarını derhal işten atıyor.  

Emek alanındaki örgütsüzlük ile işçinin beli bir kez daha kırılıyor. En doğal insan hakkı (İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 23. maddesinde ifadesini bulan) “Herkesin kendi özgür seçimiyle belirlediği işyerinde, âdil ve elverişli çalışma koşullarında çalışma hakkı”nın sağlanabildiğinden bile bahsedemiyoruz.

1 Mayıs’lar halaylarla kutlanırken bir yandan da emekçiye yapılan bu kötülüğe bir isyan günüdür. Ruhunda dayanışma vardır 1 Mayıs’ın. Karl Marks’ın “Dünyanın bütün işçileri birleşin” vecizesinin hakların ifadesinde ete kemiğe bürünmüş hâlidir.

Ama ekonomide sonuna dek liberal, demokraside sonuna dek cimri devlet ta en başından beri göz açtırmadı bu toplu ifade alanlarına. 1977 1 Mayıs’ında Taksim meydanında neler olduğu herkesin malûmu. Bayramı kutlamasına gelen 37 emekçinin ölümünde bırakın devletin sorumlulardan hesap sormayı o gün devletin panzerleri halkı ezmek için görevlendirilmişti âdetâ. Olaya yönelik açılan davanın zaman aşımından düşmesi bunun için hiç kimseye sürpriz olmamıştı, hele günümüz Türkiye’sinde.

Yüksek katılımlı 1977 1 Mayıs’ı kana bulanmasaydı -ve henüz 1980 askerî darbesi emek hareketlerinin üzerinden bir silindir gibi geçmeden önce- en coşkulu kutlama olacaktı. O gün bugündür 1 Mayıs’ın asıl kutlanma yeri Taksim meydanıdır deniliyor ancak devlet bir iki istisna dışında kesinlikle kutlanmasına da izin vermiyor.

Bu kez de 40. yıldönümünde 1977 katliamında ölenler anıldı. 15 Temmuz darbe girişimi protestolarında açık olan Taksim yine işçiye yasaktı. Yoğun “güvenlik önlemleri” nedeniyle her tarafa bariyerler konulmuştu. Taksim’e gitmek isteyen gruplar derhal gözaltılar ile “etkisiz hâle getirildi.” Kutlama alanlarının girişinde ise pankartlar polis tarafından bir bir fotoğraflandı, ancak onay alanların alana sokulmasına izin verildi.

Taksim yalnız 1977’de hayatını kaybedenlerin yâd edilmesi değil, küresel kapitalizmin en vahşi boyutlara vardığı dünyada bir kamusal alanın halka yasaklanması meselesidir de. Bu minvalde 2013’ün 1 Mayıs’ında yaşananları nasıl unutabiliriz ki? Şu satırları yazmıştık o günlerde:

“Deniz otobüsü, metro, metrobüs seferleri iptal edildi. Köprülerin kapakları açıldı. Ulaşım yasaktı 1 Mayıs’ta İstanbul’da. Polis işçiyi engellemek için görevliydi; Beşiktaş’ta, Tarlabaşı’nda, Şişli’de, Mecidiyeköy’de… ‘Dikta’ dedikleri tam da buydu. Sözde güvenlik içindi her şey. Sokakları savaş alanına çevirmeye yetti de arttı polisin şiddeti. İnsanlar hastanelik oldu; hastane ve kafelerde atılan gaz bombalarına maruz kaldılar. İşten çıkarıldıktan sonra mahkeme kararı olmasına rağmen tazminatını alamayan tekstil işçisi bir babanın kızı lise öğrencisi Dilan Alp, polisin attığı biber gazı kapsülü ile başından yaralandı.”

Devletin bir meydanı keyfî nedenlerle kamuya kapatmasına o günden yaklaşık bir ay sonra haziranda Taksim’de ülke tarihinde o güne dek görülmemiş bir kitlesel eylemle, Gezi ile yanıt verilmişti. Devlet egemenlerine verilen mesaj şuydu: “Zulmün topu var, güllesi var, kalesi varsa / hakkın da bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır.”

Bir kamusal alan olan Taksim’in devletin makbul gördüklerine açık olması buna karşılık 1 Mayıs’larda emekçiye yasaklaması çelişkisiyle yüzleşil(e)mediği bir ülkede o rejimin adına demokrasiden başka her şey denir.

Dün meydanlardan yükselen türkülerin adına güzel günlere olan inançla: “Ve elbette ki, sevgilim, elbet,/ dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya,/ dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle: işçi tulumuyla/ bu güzelim memlekette hürriyet...”