Kadınlar kına yoğururdu. Yoğurdukları kınayı içli köfte yapar gibi yuvarlar, sonra da kenarı nakışlı metal bir çay tepsisinin üzerine özene bezene dizerlerdi. O taze mis kokulu kınaların üzerine ince zarif mumlar yerleştirilirken ben heyecandan nefesimi tutardım. Biri çakmak isterdi, bir başkası o mumları teker teker yakardı. İşlem tamamlandıktan sonra çay tepsisinin el üstündeki yolculuğu başlardı. Tabi ben de büyülenmiş gibi peşinden... Yanık bir ses mum ışığıyla kendisine doğru gelen çay tepsisini görünce başlardı yanık bir türkü söylemeye...

kınayı getir aney,

barmağın batır aney,

bu gece misafirem goynunda yatır aney...

Kırmızı bir tülbentin altında saklanan genç kız yanık sesi duyar duymaz hıçkırmaya başlar, o hıçkırınca herkesin gözü tombul bileklerindeki altın bilezikleriyle oynayarak kendini ağlamaya zorlayan anasına çevrilirdi. Kız-anasının gözünden bir kaç damla yaş gelene kadar da öylece durup beklerlerdi...! O bekleme süresinde ben sıkılır oflayıp puflar, yere çömelip ayak parmaklarımla oynamaya başlardım. Ta ki çocuklardan haz etmeyen cadı bir kadın gelip beni dürtükleyene rabe livir…!!! diyene kadar.

İşte Antep´teki çocukluğumun kına gecelerinde kadınların böyle mutlak bir hakimiyeti vardı. Ya da bana öyle gelirdi. Kına gecesinin ertesinde, yani düğünde bu kadınların her biri süt dökmüş kedi gibi olurdu. Erkekler suskun bir durgunlukla içeri girdiklerinde, kadınlar tedirgin bir telaşla ayağa kalkar, kendi oğullarından bile korkarlardı.

Çok çalışırlardı bu kadınlar. Gün aşırı, bazan da gece sabaha kadar... İki türlü yaparlardı işlerini. Şehir işi, köy işi... Şehir işi; diyelim ki zengin evine temizliğe giderlerdi. Ya da fabrika, atölye, terzilik gibi işler falan... Bildiğimiz köy işine gelince, çoğunlukla malın davarın peşindeydi kadınlar. Süt sağmadan tut, yoğurt, peynir, çökelek yapmaya kadar. Bağ-bostan işleri, toprağı belleme, tezek yapma, su taşıma, ahırı temiz tutup idare etme de bunlara dahil.

Kasnakta antep-işi yapmak, dantel, kanaviçe işlemek, hele halı dokumak bence en güzel işleriydi Antepli kadınların. Hakikatli sanat estetiği vardı beyaz tombul ellerinde. "O kadar göznuru döktüm ki buna..." derlerdi bazıları. Şimdi yazınca farkettim. Ne kadar güzel bir ifade, öyle değil mi?... Göznuru dökmek...

Çocuklarını da "gözümün nuru" "evimin direği" ya da "malé mın, cáw reşe mın" diye severlerdi. Kızdıklarında terliği yapıştırırlardı, o başka tabi...

Bir gün bir kadının oğlu düşüp kolunu kırdı. Kadın Kürtçe dizlerine vurup ağlamaya başladı. Ağlarken Kürtçe "babasına ne derim şimdi ben?" demişti. Çocuk aklımla bu sahneyi izlerken kadının oğluna üzülmekten çok kocasından korkmasına şaşırmıştım. Sonra böyle sahnelere öyle çok tanık oldum ki... Sanırım bu yüzden halime bakmadan kaf dağına tırmanmaya, yani onları örgütlemeye çalıştım.

Çevremdeki kadınları hep takip ettim, gözlemledim. Ama ilginçtir kendimi hiçbir zaman onlardan biri gibi hissetmedim. Onlar da beni kendilerinden biri gibi görmediler zaten. Bunun sebebi babamdan aldığım özgüven olmalı. Babam düğün-bayram olduğunda kocaman ayaklarıyla köyden bize gelen amca ve dayılarla sohbet ederken, beni çağırtırdı. Ben küçücük-sıska bedenim kocaman gözlerimle dimdik karşılarında dururdum. "Anlat..." derdi babam. Ben de anlatırdım. Bir kadının aslında erkekten daha çok çalıştığını, ama erkeklerin kadına hak tanımadıklarını, boş yere kadınlara el kaldırdıklarını, kadınların da boş yere erkeklerden korktuklarını söyler dururdum. Konuşmanın sonunda babam "aferim" derdi, "artık gidebilirsin." Ben de giderdim. O amcalar ve dayıların kimi gülümseyerek beni dinler; "Bravo büyük adam olacak bu kız!" derdi, kimi de sıkıntıdan sinirli bir şekilde bıyıklarını çiğneyerek bir an önce hikayemi bitirmemi beklerdi.

Bu amaca ve dayıların haline de üzülürdüm. Çoğu okuma yazma bilmezdi. Malın davarın peşinde, yarı işsiz olduklarını, bir de sık sık kahveye gidip boş boş politika tartıştıklarını bilirdim. Çocukları vardı benim gibi... Onlar da babam gibi çocuklarının ihtiyaçlarını zor-bela karşılarlardı. Bu yüzden ilkokulu bitiren kızlarını çoğu zaman ortaokula gönderemezlerdi. Erkek çocukları okula giderdi elbette, ama yaz tatilinde de çalışırlardı. Antep´teki küçük sanayi çocuk işçilerin sanayisiydi sanki. Adı üstünde küçük sanayi... Orada çocuklar çalıştığı için bana öyle gelirdi.

Ne tuhaf bu yaşıma geldim, hala haberleri okuduğumda o korkunun ve yoksulluğun kokusunu alıyorum. Kadınlar şimdi işsiz ve yoksul kocalarından daha çok korkuyorlar. Çünkü işsiz ve yoksul kocalar, kadınlar boşanmak istediklerinde daha çok şiddete başvurup, hatta cinnet geçirip olmadık işler yapıyorlar. Toplum sanki eskisinden daha geriye gitmiş, değer sistemi yıpranmış, kadınların tombul ellerindeki sanat estetiği, yerini evlilik programlarındaki çirkin ifadelere bırakmış gibi. Üzücü... Bir şeyler yapmak gerek.

"Pekiiii, halime bakmadan kaf dağına çıkan ruh halime ne oldu?" diyorum kendi kendime. O yerinde duruyor aslında.

Toplumdaki çürümeyi dipten, köşe bucak temizlemek gerek diye düşünüyorum. Ama Avrupa´nın Amerika´nın feminzmini taklit etmeden, başkalarına özenip, onların merhemini kendi yaramıza sürmeden, tarihsel tecrübeden ders çıkarıp, kendi feminizmimizi yaratarak. Nihayetinde adım kadar emin olduğum bir şey var ki o da şu; derman uzakta değil, derdimizin içinde. Tabi bunu görmek için önce derde bakmak, derdimiz nedir bilmek gerek.