YENİ BİR TÜRKİYE VİZYONU



"Demokratik özerklik" konusu aslında, “yeni bir Türkiye” vizyonuyla ilgilidir. Böyle olunca da yeni anayasa ihtiyacıyla çok yönlü irtibatlıdır.



AKP’nin yeni anayasaya yaklaşımı ise bu sözünü ettiğimiz, “yeni Türkiye’nin idari yapılanması nasıl olmalı” vizyonundan çok uzaktır. AKP gerçek değişim ihtiyaçlarını göz ardı ederek, yeni anayasa sürecini kendi iktidarını güçlendirecek ve ömrünü uzatacak bir manivela gibi kullanmak istemektedir. Muhtemelen kısa ve genel olarak özgürlükçü görünümlü bir anayasa taslağı hazırlanacak, birtakım anketler yoluyla “işte bunu halk hazırladı, halk bunu istiyor” propagandasıyla olay bitirilmeye çalışılacaktır. AKP o kısa ve genel Anayasa altında, meclisteki çoğunluğu sayesinde, istediği yasayı istediği biçimde çıkartacak bir hareket alanı yaratabileceğini bilmektedir. Başka tarafından bakarsak, önümüzdeki seçim ve Anayasa sürecine AKP pragmatizmi yön verecek gibi görünüyor. Toplumun özgürleşmesine zemin hazırlayacak demokratik bir anayasa, buradan başlayarak şekillenmeye başlayacak adem-i merkeziyetçi yeni bir idari yapı yerine, başkanlık sistemine geçelim mi, geçmeyelim mi gibi faydasız bir konuyla oyalanacağız. Çünkü ana muhalefet görünümündeki CHP ve MHP’nin ne bir vizyonları, ne de siyasi bir çözümleri bulunmuyor, AKP bunlardan güç alıyor, istediği gibi at oynatıyor.



Toplumun önüne yeni vizyonu koyan bir tek Kürt siyasetçiler oldu. “Demokratik özerklik” dediler, ortalık karıştı. Aslında dört senedir söylüyorlardı ama ancak tartışılmaya başlandı, o da “bölge bayrağı da olsa ne olur” dendikten sonra... Bu en başta barış için bir çözüm olarak ortaya konuldu, dillerin ve kimliklerin demokratik özerklik koşullarında özgürleşeceği söylendi. Tekçi ideoloji eşliğinde sürdürülen çoğunlukçu yönetim tarzı yerine, çoğulculuğun ve yerinden yönetimin ağırlık kazanmasıyla barışın önünün açılacağı çeşitli biçimlerde ifade edildi. Öte yandan daha ilk andan itibaren önerinin Kürt illeriyle sınırlı olmayıp tüm Türkiye için olduğu söylendiyse de, işin bu tarafını pek dinleyen olmadı. Oysa demokrasiden, özgürlüklerden yana bir değişim ve bu değişimi destekleyecek bir anayasa isteniyorsa demokratik özerkliği gerçekten tüm Türkiye için tartışmak ve içini doldurmak gerekiyordu.



Demokratik özerklik fikriyatının taşıyıcılığını Kürt siyasetçilerle paylaşmak, işi yalnızca onların sırtına yıkmamak gerekiyor. “Böyle demekle aslında ne demek istiyorlar”, ya da “içini nasıl dolduracaklar” türünden lakırdılarla kendini gösteren bir anlayışsızlık yerine, demokratik özerklik tartışmaları önümüzdeki dönem siyasetinin eksenine yerleşmelidir. Bu siyaset, ahlaki bir dayanışma amacıyla değil, doğrusu bu olduğu için hayata geçmelidir. Şimdi bu yapılabilir. Doğru referanslarla sürdürülecek bir tartışma atmosferi, konunun ne kadar kapsamlı ve ne kadar çeşitli yönleri olduğunu, bir yandan da toplumsal ihtiyaçlara ne kadar denk düştüğünü gösterecektir.



BÖLGESEL İMKANLARI ANLAMAK



Doğru referanslar demişken öncelikle şu bölge meselesini açmak gerekir. Türkiye’de en büyük bölge Jandarma bölgesidir!! Başka bir deyişle, Türkiye coğrafyasının yüzde sekseninden fazlası köy kanunlarıyla yönetilmektedir, dolayısıyla “jandarma bölgesidir”. Yerel yönetimlerin yönetim alanlarının belde ya da kent “mücavir alanları”yla sınırlı kalmayıp bu saçmalığa son verecek şekilde genişletilmesi önem taşımaktadır. Bunun yanında Türkiye merkezi idare ile yerel yönetimler arasında bir ara bölgeye sahip olmayan az sayıda ülkeden biridir. “Demokratik özerklik” kavramı bu ara bölge tanımlaması ile tamamen örtüşmektedir.



Avrupa Birliği 1975’den beri bölgesel, ademi merkeziyetçi yönetim biçimlerini teşvik etmekte ve bulunduğu ülke sınırlarından bağımsız olarak bölgelerarası ilişkileri desteklemektedir. Bunun başlıca üç nedeni olduğu düşünülebilir. Birincisi, çok kimlikli yeni Avrupa’nın doğal bir kaynaşma içinde çoğulculuğu esas alan ortak bir kimliğe ulaşma ihtiyacıdır. İkincisi, ağır ve bürokratik devletler arası ilişkilerdense, çok yönlü ve akışkan bir bölgeler ağı (network’ü) tercihidir. Üçüncüsü de bu yolla, yine bulundukları ülkeye bakılmaksızın, görece zengin bölgelerle fakir bölgeler arasında kurulacak ilişkilerle eşitsizliği azaltmak, fonların dağıtımı için yerel/bölgesel otoritelerle işbirliği yapmak imkanıdır. Bunun Türkiye’ye değen bir ilk örneği, Almanya’nın Hessen bölgesi (eyaleti) ile Bursa merkezli Bursa-Bilecik-Eskişehir bölgesi arasında bölgesel ortaklık anlaşması imzalanmasıdır.



Bu örnekle birlikte, özellikle dil ve kimlik sorununun ön plana çıkmadığı bölgelerde, “demokratik yerinden yönetim” kavramının da tartışma boyutlarımız içinde yer alabileceğine işaret etmek gerekebilir. Yerinden yönetimin demokratikleşmesi deyince, belki “halk meclislerini”, “mahalle meclislerini” dışlamayan, ancak onlardan daha zengin ve belki de daha zorlu çeşit çeşit katılım modelleri söz konusu olacaktır.



Bundan tam beş sene önce “Kalkınma Ajansları”nın kuruluşuyla ilgili kanun kabul edildi. Başlangıcındaki, aslında tanımın gereği olan “Bölgesel” sözcüğü çıkarılarak! Türkiye DPT koordinasyonunda 26 bölgeye bölündü! Bursa bölgesine yukarıda işaret etmiştik. Tekirdağ merkezli Edirne-Kırklareli bölgesinde süt ürünleri ve şarapçılıkla ilgili bir kalkınma projesi “ulusalcı” çevrelerden tepki gördü. “Üniter devlete karşı mürekkep lekesi gibi yayılabilecek bir tehdit” diye… Kürt illerindeki bölgeler şunlar: Van merkezli Bitlis-Hakkari-Muş bölgesi, Diyarbakır merkezli Diyarbakır-Urfa bölgesi, Mardin merkezli Batman-Şırnak-Siirt bölgesi, Kars merkezli Ağrı-Ardahan-Iğdır bölgesi ve Malatya merkezli Bingöl-Elazığ-Tunceli bölgesi. Bu bölgelerin Türkiye’nin ortalama kalkınma seviyesinin çok altında olduğunu söylemeye lüzum yok. Ekonomik bölgesel politikanın özü, zengin ve yoksul bölgeler arası dayanışmadır. Öte yandan bir büyük sorun, bölgesel kalkınma ajansı yapılarının karar alıcı değil, merkezi yönetimin aldığı kararları uygulayıcı bürokratik yapılar şeklinde düzenlenmiş olmalarıdır. Vali – bakanlık temsilcileri – müdürler, vs. Buralarda sivilleşmeyi, halkın katılımını zorlayan, STK’ların rolünü artıran girişimler ve mücadeleler önem kazanacaktır, giderek kuşkusuz demokratik, katılımcı yapılanmayı güvenceye alan yasal düzenlemeler de gerçekleştirilmek zorundadır.



BÖLGE İHTİYACI HER ALANDA



Yerinden demokratik yönetim, devletin küçük tekrarı değildir. İdari boyutu ademi merkeziyetçiliktir. Demokratik boyutu katılımdır. Ekonomik boyutu da yoksullukla mücadele ve refahtır. Eğitimden yargıya, dil-din gibi temel kimlik sorunlarından doğayla barışık kalkınmaya kadar her alanda zorunlu bir katmandır.



İşte şimdi “bölge istinaf” mahkemeleri oluşturulması gündemdedir. Bugünkü çözüm arayışları günü kurtarmak bağlamındadır. Oysa, yargının adaletle ilişkisinin sahici bir şekilde kurulmasında bile bölge unsuru dikkate alınmak zorundadır.



Toplumsal örgütlenme bakımından yerel özerklik ve ademi merkeziyetçilik ilkelerini benimseyen ekolojik yaklaşıma göre ise; temel toplumsal birim biyo-bölge olmalıdır. İnsanlar, hayvanlar, kuşlar, bitkiler, akarsular, toprak, ormanlar, vb., hep birlikte biyo-bölgeyi oluşturur. Biyo-bölgecilik toplumsal yaşam ve örgütlenmenin doğal sınırları ile siyasal sınırlar arasındaki çelişkiyi ortaya koyar. Bizim konumuz mudur? Evet, hem de kaçınılmaz biçimde. Bu konuda son derecede sıcak bir gelişme olarak da Tarım Bakanlığı çalışmasına işaret edebiliriz. 500 milyondan fazla verinin işlenmesi sonucu Türkiye 190 “havza”ya ayrılmıştır. Sonra pratik nedenlerle havza sayısı 30 olarak belirlenmiştir. Yani ürün ve doğayla barışık sürdürülebilir üretim verimliliği adına, Tarım bakanlığı da memleketi 30’a bölmek zorunda kalmıştır.



YASAL GÜVENCELER GEREKİYOR



AB’nin ademi merkeziyetçi norm ve pratikleri bölgeselleşmeyi destekler. Oysa Türkiye ayrımcılığa karşı yasaları, ibadethanesini özgürce seçme, ya da dil hakkı gibi AB ortak yasalarını ya imzalamıyor, ya şerh koyuyor. Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nda da böyle oldu. Belge 1985’de imzaya açıldı, Türkiye 1988’de imzaladı. Meclis onayı 1992’de gerçekleşti, yürürlük tarihi de Nisan 1993 olarak belirlendi. Ancak bu süreçte özerklik şartının birçok maddesi sulandırılarak ya da hiç konmayarak uygulanamaz hale geldi. O dönemde kamuoyu duyarlılığının da yeterli olmaması, “üniter devlet” koruyucusu bürokratların işini kolaylaştırdı. Şimdi ise bu şartın baştan sona yeniden ele alınması ve anayasal güvenceye kavuşması gerekiyor.



AKP tarafından hazırlanan “Kamu Yönetiminin Yeniden yapılanması” yasa tasarısı da 2004 yılında Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından, “üniter devlete zarar” vereceği gerekçesiyle kısmen veto edilince kadük oldu. AKP bu tarihten sonra kulağının üstüne yattı.



Burada hem dünya normlarını daha iyi anlamak, hem de bu konudaki samimiyetsizliği sergilemek açısından şu örnek çarpıcıdır: İstanbul Belediye Başkanı Topbaş, “Birleşmiş Kentler ve Yerel Yönetimler” dünya başkanlığına seçildi. Bu önemli uluslararası organizasyonun kendi sitesindeki bilgilere göre kuruluş ilkeleri şunlardır:



-       Demokrasi



-       Yerel özerklik



-       Hizmet sunumunda ademi merkeziyetçilik






Kuruluşun amaçları da aynı sitede şöyle sıralanıyor:



-       Ayrımcılığın tüm biçimlerine karşı mücadele



-       Ademi merkeziyetçi ve uluslararası işbirliği



-       Özgür ve bağımsız yerel yönetimleri güçlendirmek




Yıllardır her türlü baskıya karşı dirençle ayakta duran Kürt belediyeleri de bu organizasyonun üyeleridir, önemli deneyler kazanmışlardır. Halkın kendi sorunlarına sahip çıkarak, emek, kadın, gençlik, sağlık, eğitim, çeşitli katmanlarda demokratik katılımın sağlanması konusunda birikimleri artmıştır. Bu konularda Türkiye’nin başka yerlerindeki yerel yönetimlere deney aktarımında bulunabilirler.



Özet olarak şunları söylemiş oluyoruz: Demokratik özerklik, ya da yerinden demokratik yönetim söz konusu olduğunda çeşitli imkanlarımız ve üzerinde yürünecek referanslarımız bulunmaktadır. Tüm Türkiye’de böyle ele alabiliriz. Hem uluslararası planda, hem idari yapı içindeki yeni bölgesel unsurlar düzleminde, hem de birikmiş yerel deneyimlerde kuvvetli siyasi tutamaklar bulunmaktadır. Önemsemek, farklı biçimde ele almak ve değiştirmek için mücadele etmek şartıyla.



Şu noktalara da işaret etmeliyiz:



-       Bu memleketin hangi bölgesinde yaşıyorsa yaşasın, Türkiye’deki Kürtler kendilerini en az Erbil’deki, Süleymaniye’deki Kürtler kadar özgür hissetmeden kalıcı bir toplumsal barış sağlanamayacaktır.



-       Ulus devlet çözülürken, hele bir de yaygın bir yoksulluk varsa, insanlar en önce kimliklerine, dillerine, dinlerine sarılacaklardır. Bu nedenle bırakalım milyonlarca Kürt’ün ya da Alevi’nin en temel haklarından yoksun bırakılmaları nedeniyle ortaya çıkan sorunları, eskiden hiçbir sorunu ya da talebi yokmuş gibi görünen farklı etnik-dini toplulukların başta kendi dilinde eğitim talebiyle olmak üzere ayrımcılığa karşı iddialarla ortaya çıkacakları kesindir. Bu sorunları da ancak çoğulcu bir anlayışla ve anayasal-yasal güvencelere alınmış demokratik özerklik ortamında çözebilirsiniz.



-       Mevcut ulus devlet ne emekçilerine, ne Kürtlere, ne Alevilere, ne de Ermeni, Rum, Süryani olsun, kimseye adil davranmamıştır. Bu nedenle bunlar içinden birilerinin, “biz ayrılmak istiyoruz”, demesi gayet olağan karşılanmalıdır. Demokratik özerklik talebinin siyasetin eksenine konması ise, birlikte yaşayabilmek için tekçi ideolojiye karşı olduğu kadar, ayrılıkçılığa karşı da gerçekçi ve çoğulcu çözüm önerileri sunmanın başlıca yoludur.

- - - -