Son yazıma bir okuyucumdan demokrasi konusunda kafa karıştırdığıma ilişkin bir eleştiri geldi. Demokrasi, “Demokratik Demokrasi” ve “Otoriter Demokrasi” diye ikiye ayrılır mı? Otoriter Demokrasi oksimoron değil midir?” diye.

Yalnızca bir hafta içinde siyasi alanda başta iktidar partisi olmak üzere çeşitli siyasetçilerin günümüz sorunlarına ilişkin sözlerini duydukça bu okuyucumun da bu sözleri benim gibi duymuş olacağı umuduyla bir cevap yazmak bile gereksiz diye düşünmüştüm. Ama yine de “anlaşılmayan” ve “kafa karıştıran” sözleri ben söylemiş olduğuma göre düşündüklerimi biraz daha açmam gerek.

Demokrasi kavramı birçok kavram gibi kavramı kullanan toplumun “zihniyet dünyasına” göre anlam kazanır. Zihniyet dünyaları bizim gibi “ataerkil” olan toplumlarda demokrasinin ima ettiği bütün düzenekler benimsenmiş olsa bile bu mekanizmaların uygulanışı da insanların hayatlarındaki karşılıkları da bu ataerkil dünya görüşünün etkilerini taşır.

Çok uzatmaya da gerek yok bakın partiler sisteminin ki bu sistem de demokrasi sisteminin bir alt-sistemidir nasıl çalıştığına ne demek istediğim de kolayca anlaşılır. Bizi parlamentoda “temsil” edecek kişileri bize sormadan seçen siyasi “liderlerin” olduğu bir demokrasinin “otoriter” bir demokrasi olarak adlandırılması normal değil midir?

Ya da demokratik sistemin “kuvvetler ayrılığı” prensibinin nasıl uygulandığına bakalım. Mesela, bizdeki “yasama”, “yönetimin” belirlediği bir olgu değil midir? Yönetim dediğimiz “hükümet” olduğuna göre yani Meclis’teki milletvekillerinin kim olacağına karar veren erk “hükümet”i kuran erk olduğuna göre, Meclis’te çoğunlukta olan bir yönetimin yasama üzerinde belirleyici gücü olacağı açık değil midir?

Ya da alın “yargı”yı. Atama süreçlerinde “hükümet”in ya da “yasama”nın büyük ölçüde etki edebildiği bir “yargı” “hükümetin” etkisinin çok uzağında oluşabilir mi? Kısacası “yasamanın” “yönetimin” büyük ölçüde kontrolünde olduğu “yargının” da her ikisi tarafından biçimlendiği bir sistemin “demokratik”oluşundan söz etmemiz mümkün müdür? Hele hele bu ilişkilerin hepsinin üzerine bir siyasi lider olarak“başbakan”ı oturttuğunuzda elde edeceğiniz “yönetim” biçiminin “otoriter” olacağı da yeterince açık değil mi?

Bunları da geçtim bizdeki “demokrasi”nin ataerkil bir zihniyet içinde oluşmuş “otoriter” bir demokrasi olduğunu söylüyor olmamın Batı’daki demokrasileri ölçü almamla da bir ilgisi yok. Her ne kadar oralarda “liberal” ya da “sosyal demokrat” zihniyet dünyalarının biçimlediği demokrasiler bizdekine göre biraz daha toplumun taleplerini parlamentoya taşımak bakımından daha etkili olabilirler ama oralardaki demokrasiler de bugünün toplumsal çeşitlenmelerini kucaklayan demokrasiler değiller. O nedenle de benim anlamlı bulduğum günümüz demokrasilerinin “demokrat” bir zihniyet dünyası içinde gelişmiş “katılımcı” bir demokrasi olmaları. Onun da yakın bir olasılık olmadığı ortada.

Aslında bunları yazarken aklımda benim çocukluğumun geçtiği Kuruçeşme’deki Arena adı verilen konser mekânında yeni bir otelin kurulacağı haberi vardı. Bu haberin önemi o sahil boyunda çocukluğu geçmiş biri olmamın yanısıra benim duyduğum toplumu hiçe sayan ve üstelik de çoğumuzun “demokratik” bulduğu bir kamusal alan ihlalinin sonuncusu olması.

Demokrasinin günümüz toplumlarındaki çeşitlilikleri yansıtma yeteneğinin giderek azaldığı bir dünyada hemen her konuda siyasi erkin ya da siyasi erkle birleşmiş sermaye gücünün topluma danışmadan, toplumun düşünce ve beklentilerini anlamadan karar veriyor oluşu “otoriter demokrasi” örneklerinden en sonuncusu ve en vurucularından biri değil mi?

Bence Boğaz’ın sahilleri “kamunun”, yani “bizlerin” sahilleridir. Tarihimizde çeşitli nedenlerle bu araziler üzerinde “özel mülkiyet” oluşmuşsa da günümüzde yenilerinin oluşması önlenmelidir. Giderek kalabalıklaşan İstanbul’un her iki yakasının da çirkin ve yanına yaklaşılamaz lokantalarla doldurulmasının toplumun boğazını nasıl sıktığını bir İstanbullu olarak Recep Tayyip Erdoğan’ın bilmemesi mümkün değil.

Günümüzün demokrasilerinde her şeyin ortada olmuş olması onun yanlış olmadığını göstermez.