Darbe girişiminin başarısız olması veya bastırılması demokrasi açısından birincil önem taşıyor. Buna kimsenin itiraz edeceğini sanmıyorum. Sonuçta, demokrasinin öncelikli koşuludur, siyasî iktidarın özgür seçimlerle oluşması; dillendirilen hâliyle “millî irade.” Siyasî iktidarın darbe girişime karşı “millî iradeye sahip çıkıldığı” söylemini bu şekilde değerlendirebiliriz.

Sonuçları itibariyle pek çok insanın can verdiği “kalkışma”nın bastırılması “demokrasi bayramı” olarak ilan ediliyor. Ancak kanlı darbe girişiminin ardından şimdi her şey daha da flu.

Girişimin iki yönü var aslında gözden kaçırılmaması gereken. Birincisi cuntacıların hedefindeki Erdoğan ve AKP hükümetinin olmasıydı, ikincisi ise demokrasinin alacağı darbe idi.

TSK içerisinden bu işe girişenleri Metin Gürcan T24’teki yazısında “Gülen Cemaati’ne bağlı subaylar, cemaat destekçisi olmayıp aşırı laiklik hassasiyeti olan ve hükümet karşıtı subaylar ve kişisel çıkar ve şahsi askeri kariyer için cuntaya katılanlar” şeklinde analiz ediyor.  
 
Cuntacılar demokrasiyi katletmek, sivilleri öldürmek pahasına iktidarı yıkmak istediler. Çok iyi biliyorlardı, darbe başarılı olursa Erdoğan iktidarının gideceğini ama yine demokrasinin olamayacağını. Nihayetinde başarısız oldular.

Böyle kanlı bir darbe girişimiyle ilk defa karşılaşıyor ülke. Sonuçları bakımından acı bir tablo kaldı geriye. Darbe önlenebilmişti ama bunun bedeli ağır olmuştu. İnsanlık tarihi bakımından uzun zamandır yaşadığımız felaket günlerine bir yenisi daha eklenmiş oldu. Toplum ve birey tarihinde hazin acılara sebep olan Uludere, Reyhanlı, Suruç, Ankara ve İstanbul katliamları gibi nice olayın ve Güneydoğu sokaklarını harabeye çeviren, binlerce insanın ölümüne neden olan çatışmalarıyla girilen şiddet sarmalı, AA’nın verilerine göre 173’ü sivil, 62’si polis, 5’i asker 240 kişinin öldüğü darbe ile devam etti.

Darbenin zaten demokrasisi, hukuku yoktu; bunu 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinden biliyorduk ama Meclis’in bombalanması ise hem siyasî tarih hem de demokrasi tarihi bakımından büyük bir hezeyandı. O Meclis’e yurttaşların “seçerek” gönderdikleri vekillere bir süre önce “dokunularak” “millî irade”ye vurulan darbenin çok daha büyüğü idi, gerçek anlamıyla TBMM’nin bombalanması.

Darbenin ilan edilmesi için TRT’nin ele geçirilmesi, CNN Türk’ün basılarak yayınının kesilmesi, çalışanların dışarı çıkarılması ve darbecilerin Whatsapp konuşmalarından anladığımız üzere NTV’ye ekip gönderilmesi de dâhil diğer medya organlarını etkisiz kılma girişimleri ve Çamlıca’daki televizyon ve radyo vericilerinin vurma planları ise medya tarihi açısından çok vahim bir durum.

Her şeyin daha da belirsizleştiği bir döneme girdik: TSK’de 6 bin 319, Emniyet’te 210, MİT’te 100 kişi gözaltına alındı. Bu beklenendi belki ama kurumlarda 2 bin 854 hâkim ve savcının gözaltına alınmasıyla başlayan süreç, MEB’de 36 bin 200 öğretmenin görevine son verilmesi, üniversitelerde bin 577 dekanın istifasıyla devam etti. Kimi üniversitelerin rektörleri görevlerinden uzaklaştırıldı. Bakanlıklardaki uzaklaştırmalar da dâhil 49 bin 337 kişi görevinden alınmış oldu.

İşin basın tarafında ise Basın-Yayın Enformasyon Genel Müdürlüğü (BYEGM), 34 gazetecinin basın kartını “milli güvenliğe tehdit oluşturdukları” gerekçesiyle iptal etti.

Gözaltılar, görevden almalar, tasfiyeler nereye varır şimdilik bilemiyoruz. Ancak darbe girişiminin önlenmesi sonrasında yaşananlar pek de iç açıcı değil.

Kitlenin sokağa çıkması darbenin bastırılmasında elbette önemli olmuştu ama hâlen devam eden “meydanlarda nöbet eylemleri”nde idam istenerek “demokrasi talep ediliyor.” Başbakan Yıldırım mesajın alındığını, gerekenin yapılacağını ifade ediyor. Erdoğan da bilindiği gibi “emir” kabul ederek parlamentodan çıkacak idam kararını onaylayacağını söylüyor. Dahası 12 Eylül’ün tezahürü olarak bilinen bir sözü sarfediveriyor: “Neden ağırlaştırılmış müebbete mahkûm olanı cezaevinde besleyelim?”



Oysa nasıl ki, darbeye nasıl kayıtsız koşulsuz karşı çıktıysak, “devlet eliyle taammüden işlenmiş bir cinayet” olan idama da şartız bir şekilde karşı çıkmak insanlığın gereği. Ayrıca idam uluslararası sözleşmeler açısından da hukuken de sorunlu. Hukukçular idam gelse bile geriye dönük uygulanmayacağını dillendiriyorlar. Şu sözler ise Erdoğan’ın 1 Temmuz 2007 Mersin mitinginden: “Şu anda bir hukuk devletinde yaşıyoruz. Artık idamların, ağırlaştırılmış müebbet hapse dönüştürüldüğü bir dönemi yaşıyoruz.”

Ayrıca “darbe protestosu”nda tekbirlerle yürüyen kimi grupların Alevi mahallelerine yönelerek “Ak Parti burada, Aleviler nerede” şeklinde slogan attığı, Konya’da Suriyelilerin yaşadığı mahallelere saldırdığı gelen haberler arasında. 

AKM’ye asılan “Şeytanın köpeği Feto seni ve senin köpeklerini kendi tasmanızda asacağız Allah’ın (c.c) izniyle demokrasi sancağını semalarda dalgalandıracağız” yazılı pankart ise pek de hafife alınacak türden değil. AKM’ye girilerek pankartın oraya asılması birkaç kişinin marifeti mi acaba?

Keşke herkesin gerçekten “demokrasi” talebi ve mücadelesi olsaydı; olsaydı da siyaset kurumundan yargısına, medyasından üniversitesine değin ülke demokratik bir yapıya kavuşabilseydi. Kinle, düşmanlıkla, nefretle dolmasaydı içimiz. Siyasî iktidarı, kurumları, örgütleri ve insanlarıyla böyle bir şiddet sarmalına girmezdik belki o zaman.

Ama Başbakan Yıldırım, dün bu konudaki “kaygıları gideriyordu”:

“Bir yanlış başka bir yanlışla düzeltilemez. Hukuk çerçevesinde kalarak işler yoluna konulacak. Hukuk devletinde asla intikam almak kabul edilemez. Bundan böyle de görevlerini yaparken hukuk dışında hareket eden olursa en şiddetli şekilde üzerlerine gidilecektir.”

Suçsuz günahsız insanların ölmesine neden olan kanlı darbe girişiminden sonra sahiden demokrasi ve hukukun üstünlüğü geçerli olabilecek mi?