15 Temmuz darbe girişiminden sonra demokrasi yeniden siyasîlerin, medyanın ve toplumun çeşitli kesimlerinin gündemine geldi. Darbe girişimine karşı “demokrasi nöbetleri” tutulmaya başlandı. İşin siyaset ayağında ise Cumhurbaşkanı’nın çağrısıyla Yenikapı’da “Demokrasi ve Şehitler Mitingi” düzenlendi.

Miting elbette Cumhurbaşkanı ve iktidar partisinin ev sahipliğinde oldu. “Millî bir dava kabul edildiği için” muhalefet partisi liderleri de davet edildi. Bahçeli önceden gideceğini bildirirken, Kılıçdaroğlu kimi koşullar sıralayarak katılmayı kabul etti.

Mitingde her lider kendi meşrebince konuşmalar yaptı. “Birlik beraberlik” mesajları verildi. Cumhurbaşkanı, iktidar partisi ve iki siyasi parti ve genel başkanlarının bir arada oluşu, 15 Temmuz öncesinin gerilimli ortamını düşünürsek, kutuplaşmanın bir nebze olsun kırılması, belki de uzlaşı kültürünün gelişmesi adına adına önemli kabul edilebilir. En azından iktidarı ve muhalefetiyle darbe girişimine karşı koymada mutabık kalınabildi. Herhâlde bu saatten sonra kimse kimseyi darbeci olmakla suçlamayacaktır.

Bununla birlikte siyasî sonucu itibariyle öyle görünüyor ki Erdoğan iktidarı bu “toplanma” ile gücünü biraz daha pekiştirdi. Uluslararası basında çıkan haberler bunu doğrular nitelikte. Özellikle de iki muhalefet partisinin liderlerinin davet edilmesiyle darbe girişimini çok da ciddiye almayan Batı’ya mesaj verme düşünülmüş olmalı.

Farklılıklara rağmen, Saray ile başlayan ve Yenikapı ile devam eden “birliktelik”ten sonra merak edilen demokrasi alanının genişletilip genişletilemeyeceği. Normal zamanda hakikaten normal miyiz orası meçhul ama; olağanüstü hâl ne zaman kaldırılır, “normalleşme” süreci ne zaman başlar, bilemiyoruz ve fakat mitinge salt Meclis’in üçüncü büyük partisi olan HDP’nin davet edilmemesi olayı bile devletin demokrasi anlayışının sorunlu yanını ortaya koymaya yetiyor.

HDP’ye üvey evlat muamelesi yapılması, evet, açıkça söylemek gerekirse HDP’nin dışlanması demek 5 milyon yurttaşın “yok sayılması” ve incitilmesi demek. Üstelik Gazi Meclis’in üzerine bomba yağdırılırken orada 4 parti bir araya gelip darbe girişimine karşı ortak bildiri yayınlamışken…

Cumhurbaşkanı, HDP’nin davet edilmemesini, “Ben teröre bulaşmış, terörle iç içe olanlarla bir araya gelmem” sözleriyle açıkladı. HDP’nin PKK ile arasına mesafe koyup koyamaması bir yana Erdoğan’ın gerekçesinde mantıksal hata göze çarpıyor ilkin. Darbe girişiminde bulunan ‘FETÖ’yü başbakanlığı döneminde desteklediğini itiraf eden ve bu desteğinden dolayı milletten af dileyen de yine kendisi.

HDP, diğer partiler gibi Siyasî Partiler Kanunu’nun gereklerini yerine getirerek kurulmuş olan legal siyasî bir örgütlenme. O hâlde terör yöntemlerini kullanan PKK’nin silahlı eylemlerini durdurması gerekliliğini en azından kimi zamanlarda dillendirmiş olan ve parlamentoda doğal ve meşru olarak seçmenini temsil eden HDP’nin “Biz de, siz ‘Fethullahçı Terör Örgütü’ne destek verdiğiniz için katılmıyoruz” deme hakkı doğmaz mı?

En başta bu nedenden bile “demokrasi” için yapılan bir mitinge HDP’nin davet edilmemesi hatalı bir tutumdur. “Millî irade”ye aykırıdır. Ve tabiî olarak bir demokrasi eksikliğidir. “Farklılıklara rağmen birliktelik” söylemine terstir. Demokrasiyi demokrasi yapan unsurlardan biri uzlaşı ise diğeri de demokrasinin ilkelerinden ödün vermemektir. Usta gazeteci Uğur Mumcu’nun “Barış, herkes için barış… Özgürlük, herkes için özgürlük… Demokrasi, herkes için demokrasi” sözlerinde ifadesini bulduğu gibi.

İDAMDA SİCİLİMİZ KABARIK

Demokrasi nöbetleri tutuyoruz, eyvallah; ama bir yandan demokrasi ve hukukun üstünlüğüne aykırı olarak idamın geri getirilmesini istiyoruz. Erdoğan bu talebin yerine getirilmesi için topu siyasî partilere atarak “Meclisimiz böyle bir kararı verdikten sonra, atılacak adım bellidir. Onamaksa, Meclis'ten gelen böyle bir kararı, ben peşinen ifade ediyorum, onarım” diyor.

Oysa aynı siyasî iradenin temsilcileri yıllar evvel idamın geri getirilmemek üzere kaldırılmasını imzalamışlardı. Kanun tasarısının gerekçesinde şunlar yazıyordu: “İnfazı ne kadar az acı verecek şekilde düzenlenirse düzenlensin, kişinin bedeni üzerinde şiddet uygulamak suretiyle yerine getirilen, böylece fiziksel acının yanı sıra, infaz anına kadar dayanılması zor bir manevî acı da verdiği için insan onuruyla bağdaşmayan, sadece tatbik edilecek kişiye değil, yakınlarına da vereceği ızdırap için cezaların şahsîliği ilkesi ile de bağdaşmayan ölüm cezası…” (İnsan Haklarını ve Temel Özgürlükleri Koruma Sözleşmesine Ek Ölüm Cezasının Her Koşulda Kaldırılmasına Dair 13 No’lu Protokol)

Yassıada’dan çıkan cinayet kararlarından tutun, “üçe üç” naralarıyla idam sehpasına gönderilen Deniz Gezmiş ve arkadaşlarına, 12 Eylül’de Erdal Eren’in idam edilmesine değin sicili kabarık ülkeyiz: 1922 ile Menemen olayının yaşandığı 1931 arasında 150; 1932-1937 yıllarında 95; 1937 ile 1950 yıllarında 220; 1951-1960 yıllarında 43; 1961'de 11, 1963'de 24, 1964'de 21 ve 1972'de 17 kişi idam edilmiş. 12 Eylül faşist rejiminde, 1980-84 yıllarında ise 50 kişi idam ediliyor. (80 Yılın Utanç Listesi: İdam Kurbanları, bianet) 1984’ten bu yana bir daha da ölüm cezası uygulanmıyor. 2005’te ise idamın geri getirilmemek üzere kaldırılmış olduğunu unutmamak gerek!

Evet, demokrasi ve hukukun üstünlüğünü isterken de kafamız karışık. Yenikapı’daki “demokrasi mitinginde” Nâzım Hikmet’ten, Ahmed Arif’ten şiirler okunurken ki, iyidir, hoştur; Kadıköy’de Genco Erkal’ın uyarladığı Güneşin Sofrasında-Nâzım ile Brecht adlı oyunun gösterimi yasaklanıyor.

Bir yanda demokrasi nöbetleri tutuluyor; diğer yanda –üstelik İslâm’ın barış dini olduğu söylenmesine rağmen– darbe girişimi soruşturması nedeniyle gözaltına alındıktan sonra yaşamını kaybeden öğretmen Gökhan Açıkkolu’na cenaze töreni düzenlenemiyor. Defin yeri için adres “hainler mezarlığı” gösteriliyor. Hakkında hiçbir hüküm bulunmayan öğretmen ancak eşinin memleketinde gömülebiliyor. Niçin mi? Diyanet İşleri Başkanlığı’nın “darbe girişiminde yer alan kişilerin cenaze işlemlerinin yapılmayacağını” duyurması nedeniyle.

Ezcümle neyi savunduğumuzu ve hatta neye inandığımızı bilmiyoruz: “Millî irade” deniliyor HDP davet edilmiyor, “İsteseler de istemeseler de Taksim’e kışla yapılacak” dayatması hiçbir zaman eksik olmuyor… Demokrasi dillendirilen meydanlardan idam talepleri de yükseliyor… İfade özgürlüğü birilerinin umurumda mıdır bilmem ama bir zamanlar vatan haini ilan edilen, kitapları yasaklanan şâirin şiiri bir yerde okunurken, başka bir yerde o şâirin şiirlerini konu alan tiyatro yasaklanıyor… Hukukî olarak masumiyet karinesi yok sayılıyor; ve evet Allah’a inanıyoruz ama insanlar hakkında kesin hükümler veriliyor: Ölüye bile saygı kalmıyor.