“Uzakta gördüğüm, savaş düzeninde dizilmiş bir çocuk ordusuydu. Kımıldamıyorlardı ama kendilerinden geçmişlerdi… Ölüme gitme arzusuyla büyülenmişlerdi. Bir gün güneşin altında ilerleyecekleri, arkalarında can çekişenler ve ölüler bırakacakları uçsuz bucaksız tarlaları düşlüyor gibiydiler.”

Georges Bataille

***

Savaşın kin tohumlarını ektiği ülkenizde, barışın yerine silahlar konuştuğunda, kutsal kitaplarda geçen bütün sözcükler ölü doğar. Yaşamlar ıskartaya çıkar, ortalıkta riyakâr rivayetler dolaşır, sözcükler anlamsız...

Barışa dair fikirler, zihninizi ebediyen terk ettiğinde, sevdanın arzusuyla içinizi yakan aşkın ateşi, soğuyup ölecek ve sadece biriken cesetleriniz konuşacak. Cesetler konuşmaya başladığında, hiçbirinizin ne vatanseverliği ne de insan severliği kalacak.

Savaşın oku bedeninize değip size haz vermeye başladığında, bir katil olarak ölümün merdivenlerine adım atacaksınız.

Zihniniz, yüreğiniz ve bedeniniz, çocuklarınızın ölümünden nemalandıkça, obur bir maymunun telaşlı tecavüzüyle dört bir yanınızda ölüm yağacak.

Bir kıyım makinesi gibi işleyen savaşta, o kadar çok ölünüz olacak ki, ölülerinizi saymaktan usanacaksınız. Ölü sevici olacak, ölü kokacak ve kan deryasında yüzüp ölü edebiyatı yapmaya başlayacaksınız.

İktidarlar tarafından gözünüzün içine sokulan cesetler yüzünden, ne ağlamaya fırsatınız olacak ne de onları gömmeye…

Ucu belirsiz bir savaşın hükümran olduğu ülkenizde, dinazor gibi dikleşen efendiler çıkacak karşınıza. Onlar, çene çalıp hır gır ederek, başınızın etini yiyecekler ve ortalığı velveleye verip savaş tamtamları eşliğinde yeni ölümlere davetiye çıkartacaklar.

Dağarcığınızda ölümün sloganları yükselirken; pişkince sırıtan efendilerinizin çocukları, dünyanın değişik yerlerinde günlerini gün edip aksırıp tıksırıncaya kadar semirecekler, fakat sizin çocuklarınız, katil veya maktul olmak için savaş marşları eşliğinde ölüme koşturacaklar.

Ülkeyi, kendi kanlarıyla boyayan teneke mahallerdeki çocukların künyesine şehitlik albenisi takılırken, onları, ne ayağa kaldırabilme şansınız olacak ne de onlar için yas tutma hakkınız...

Ülkeniz, bir mezarlığa dönüştüğünde, siz de “yürüyen ölülere” dönüşeceksiniz, çünkü delirmiş bir toplumda, savaş tamtamları bir kez çaldı mı, onu durdurmak bir daha kolay olmayacak.

Savaş davullarının gümbürtüsü, sizden daha çok kan, daha çok acı, daha çok ölüm isteyecek. Akıl, izan, mantık, ahlak, şeref ve vicdan denilen ülkü devre dışı kalacak.

Savaşa karşı, çocuklarınızın ölmemesi için barışı isteyenler olacak, fakat siz, savaş karşıtlarını vatan haini ilan edeceksiniz. Hatta elinizden gelse, onları öldürmeye yelteneceksiniz.

Ateşli sevişmeler eşliğinde yeni çocuklar doğuracaksınız.  O çocuklar, büyüyüp serpilecek ve savaş meydanlarında, bir kasabın elinde doğranacaklar. Çıtınız çıkmayacak.

Bir daha, bir daha doğurduğunuz çocuklarınızı, kurbanlık koyun gibi başkalarının savaşı için yine ölüme yollayacaksınız.

İlkel ve vahşi tutkuların esiri olduğunuz için sizin adınıza, çocuklarınızın cesetleri ve efendilerinizin ateşli nutukları konuşacak. Siz yine susacaksınız. Siz sustukça, bir katil olarak damgalanmaktan kurtulamayacaksınız.

“Şeref mi? Savaşta şeref yok. Makineli tüfekler öldürdü onu. Eğer onlar öldüremediyse toplar öldürdü. Onlar öldürmediyse klor gazı kesin öldürmüştür.”

“Zorbalığı ve ölümü gördünüz, ama savaş hakkında bir şey bilmiyorsunuz. O, hayatın karşıtıdır: Ölü ağabeyine ağlayan umuttur; kucağındaki kopmuş kollarına ağlayan akıldır; ölümüne tecavüz edilmiş namustur.”

Her şeye rağmen, hiçbir şeye aldırmayacaksınız ve barbarlığın boy boy filizlendiği coğrafyanızda patlayan savaş, zihninizi parçalarken, yaşadığınız tarihsel, sosyolojik ve patolojik vakalar, gözlerinizin önünden bir film şeridi gibi akıp geçecek.

Kırgınlıklarınızı, küskünlüklerinizi, kederlerinizi, çaresizliklerinizi, öfkelerinizi, dökülen kanları ve yapılan onca zulmü göreceksiniz. Kem gözlerle, buna karşı nasıl küçülerek kayıtsız kaldığınızı, bir delirme haliyle yeniden hissedeceksiniz.

                                         Sorularla dolu, belirsiz ve sisli bir yolculukta

                                                Sorularla dolu, ağlamaklı bir düşte

                                                   Sadece izler kalacak

                                                      Yaralardan geriye...

Zihninize, günden güne artan ve ruhunuzu hırpalayan kıyamet gibi sorular üşüşecek. Elleriniz ve yüreğiniz soğuyacak. İliklerinize kadar üşüyeceksiniz ve yüreğiniz, ölüm mevsimini yaşayacak.

Zihniniz savaşa odaklanmışken, hayat ve zaman kavramını algılamaya çalışacaksınız, lakin hüzün, keder, kin, intikam ve ölüm çarpacak tarihinize…

Savaşın ortasında kalan öksüz bir çocuk gibi bombalar yağacak üstünüze. Ecel korkusuyla yönünü, yurdunu şaşırıp olduğu yerde kalan bir katilin paramparça olmuş yüreğiyle, mıhlanacaksınız enkazdan kalma çerden çöpten geçmişinize.

İnsanlığın vicdanını yitirdiği coğrafyanızda, vicdansızlığın, zulmün ve kanın bataklığından beslenen tek atımlık yüreğinize, hançer gibi saplanan geçmişin lekeli izleri, çocuklarınızın bedenlerine dolanacak.

Teneke mahallelerdeki evlerinizde, korkulu gözler ve fısıltılı haberler eşliğinde ölümün ezgisi yankılanacak.

Katillerle özdeşleşen kimliğiniz, zihninize, etinize ve kemiğinize sinecek. Katiller içinizde büyürken, bir başkasını katletmeye yoğunlaşacaksınız. İçinizi yakan intikam öfkesi, yeni katliamların doğuşuna tanıklık edecek.

Kıyama kalkmak isteyen yekvücut bedeniniz, son bir kez daha sarsılacak.

Kirli olan kanlı geçmişinize son bir kez daha yaslanacaksınız.

Son bir kez daha bakarken gökyüzüne, ölümün militarist sesi, sizin ve çocuğunuzun mezardaki tebessümüne çökecek.

Sevdanın arzusuyla içinizi saran aşkın ateşi soğuyup ölürken, çocuklarınızın cesetleri ve efendilerinizin ateşli nutukları, sizin adınıza konuşmaya devam edecek.

Terk edilmiş mezarlıklarda, soluksuz ve manifestosu keşfedilmemiş milyonlarca cesetle birlikte, yüzünüzün bir yarısı katil, bir yarısı şizofren kalacak.

Kefeniniz kanayıp duracak. Mütemadiyen suskun, lanetli, pis ve çırılçıplak…