Eğer gemi kayalıklara oturmuş, gövdesi de hızla su almaya başlamışsa, güvertede hafif bir “mahşer yeri” atmosferi yaşanması kaçınılmazdır artık. Kimileri cankurtaran yelekleri ve filikaları kapışmaya çalışırken, kimileri de umutsuzca bir çabayla gövdeyi onarmaya ve geminin bu haliyle bile yola devam edebileceğini kanıtlamaya çalışır. Küresel kapitalizmin son çeyrek yüzyılda geldiği nokta da bundan farklı değil. Gövdedeki çatlakların, bir zamanlar düşünüldüğü gibi “emperyalizmin en zayıf halkası”nda değil, bizzat sistemin “merkez üssü” sayılacak Batılı ülkelerin omurgasında ortaya çıkması, yüz yılı aşkın bir süredir dünyanın yazgısına yön veren uluslararası finans-kapitalin artık “uzatmaları oynadığını” koyuyor ortaya.

 

Büyük toplumsal değişim ve devrimlerin ortaya çıkması için, “yönetenlerin artık eskisi gibi yola devam edememesi, yönetilenlerin de artık eskisi gibi boyun eğmeyi kabullenmemesi” gerektiği söylenir, kabaca. Nesnel koşul, hayatın akışını elinde tutanların artık bu güç ve becerilerini yitirmeye başlamaları; öznel koşul da, kendi hayatlarının figüranı olmayı artık kabullenmek istemeyen kitlelerin, inisiyatifi ele almak istemeleri olarak tanımlanabilir. Herhangi bir dönemde, herhangi bir coğrafyada, nesnel ve öznel koşulların aynı anda ortaya çıktıklarına tanık olabiliriz; ama bu, tek başına değişimin ve köklü bir altüst oluşun gerçekleşmesine yetmeyebilir. Hepsinin dışında, “artık eskisi gibi yönetilmeyi kabul etmeyen” kitlenin, kendi alternatifini oluşturmuş ve hedefe yürüyecek kendi örgütlenmesini gerçekleştirmiş olması da gerekir çünkü. Devrim dediğiniz şey, “saha futbola son derece müsait” dercesine, bir çırpıda ortaya çıkıp hayatın içinde kendini kabul ettirmez.


Peki bir de bu öznel ve nesnel koşullar yalnızca sistemin arka bahçelerindeki “en zayıf halkalarda” değil, mekanizmanın ana dişlilerinin yer aldığı varsayılan “makine dairesi”nde ve aşağı yukarı eş zamanlı olarak bütün çarklarda, birbiri ardına ortaya çıkmaya başlarsa neler olur? Aşağı yukarı son on yıl içinde hızlanan büyük çöküş, dünyanın artık böyle bir dönemece doğru hızla yaklaşmakta olduğunu gösteriyor.

 

“Arap Baharı” denen hızlı altüst oluşlar serisinin, sistemin yoluna daha sağlıklı devam edebilmesi için küresel egemenlerce sahnelenmiş bir “ince ayar” gösterisi olduğunu düşünenler, çok kısa bir süre sonra çatlağın büyüğünün Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da değil, sistemin tam kalbinde ortaya çıktığını gördüklerinde, olan biteni değerlendirmelerine yardımcı olacak referanslarını da yitirmeye başladılar yavaş yavaş. Sokak isyanları, meydan işgalleri, çatışmalar, direnişler, molotof kokteylleri ve biber gazına “3. Dünya” ülkelerinin kalabalık kentlerinde tanık olmak, akşam haberlerinin alışılmış “Vah vah, yazık!” ritüellerinin bir parçasıydı yıllar boyu. İşsizliğe, yoksulluğa, açlığa, sefilliğe tepki hemen her zaman sistemin kıyılarındaki “az gelişmiş” bölgelerde, şiddetle iç içe olarak gelişir; zaman içinde de kâh askeri darbeler, kâh suikastler, kâh küçük çaplı yerel savaşların yıldırıcılığı yardımıyla bu bölgelere ayar verilirdi. Ne var ki, 2007’den bu yana dünyada işler böyle yürümüyor, yürüyemiyor artık. Gedik, kıyılarda değil göbekte açılmış durumda ve kapanması da şu an için bir hayli zor görünüyor.

 

Ortadoğu’da 2010 sonlarından bu yana ortaya çıkan gelişmelerin bütünüyle “Batılı egemenlerin komplosu” olduğu yolundaki klasik (ve bir hayli bayat) yaklaşımın, sürecin hiçbir aşamasında Arap ülkelerinde yaşanan kaosu açıklayamadığı ortada. Çatlak bir yerden başlayıp derinlere doğru uzanacaktı, bu çıkış noktası daTunus, Mısır ve Libya oldu. “Küresel egemenler”in yapmaya çalıştıklarıysa, denetlenmesi gerçekten bir hayli güç olan bu büyük momentumu kontrol etmek için sürece “müdahil olma” çabalarından ibaretti. Bunu ne kadar başarabildikleri bile tartışılır; çünkü çalkantıların “durulmasının” beklendiği şu dönemde bile, aslında “Arap kaosu”nun yeni başlamakta olduğuna ilişkin ipuçları veren çok sayıda gösterge var ortada. Bunu tamamen bir yana bırakalım, o çatlağın bir ucu büyüyerek önce Avrupa’ya, sonra da çok daha şiddetli olarak okyanusu aşıp Amerika’ya uzandı.

 

1 Mayıs’la ilgili gelişmelerden söz ederken, Amerika’daki sokak inisiyatifi hareketinin belki de ülke tarihindeki ilk “örgütsüz genel grev” hazırlığında olduğuna değinmiştim. Neler olup biteceği, tümüyle bir soru işaretiydi ve yirminci yüzyıl başlarından itibaren ısrarla apolitik olmaya yönlendirilen Amerikan halkının bu henüz çok taze muhalif hareketin çağrısına ne oranda yanıt vereceğini kimse tahmin edemiyordu. Sonuçta, öyle “yeri yerinden oynatan” bir genel grev falan gerçekleşemedi ama Amerika tarihinde gerçekten bir “ilk” yaşandı: Sabahın erken saatlerinden geceyarısına dek uzanan bir zaman dilimi içinde ülkedeki 115 kentte, hiç de küçümsenemeyecek protesto gösterileri, işgaller ve yürüyüşler düzenlendi; Oakland, Seattle, Miami gibi kentlerde polisle çatışmaya girildi; birçok büyük kentte “gönüllü grev gözcüleri”nin çabaları ve etkin eylemlerinin getirdiği tedirginlikle banka şubeleri kapandı; ülke çapında 100’e yakın insan gözaltına alındı. Evet, bir “deprem” değildi ama, ilk öncü yer sarsıntıları başlamıştı artık.

 

Hemen 1 Mayıs’ı izleyen haftada Avrupa’da gerçekleşen son derece kritik seçimlerde de, öyle ya da böyle, Avrupalı seçmenin “küresel egemen strateji”ye sağlam bir veto verdiğini söylemek yanlış olmaz. Merkez sağ koalisyonlar hızlı bir çöküş sürecini yaşıyorlar artık: İlk giden Berlusconi olmuştu, onu Sarkozy izledi; büyük olasılıkla Merkel ve Cameron da yolda. Yunanistan, İspanya ve Portekiz’deyse kutuplaşma artıyor, tepkiler keskinleşiyor. Muhtemelen yıl boyunca benzeri görüntüleri Avrupa ülkeleri ve ABD’de sık sık izleyeceğiz.

 

Peki neden oluyor bütün bunlar? 1960’lardaki “romantik uyanış” gibi, tüketim toplumuna yöneltilmiş idealist bir tepki mi söz konusu, yoksa bu kez işin içinde farklı bir şeyler mi var? Sorunun yanıtı, başta söylediğimiz kritik olguda yatıyor: Uluslararası finans-kapital’in yönettiği ve artık “kapitalizm olmaktan çıkıp başka bir ucubeye dönüşmüş” küresel sistem, kaynak yönetiminden bölüşüme dek birçok konuda karaya oturmuş durumda ve nüfusu 7 milyarı geçmiş bir dünyayı yönetmeyi sürdürebilecek yetenekte değil. Altmış yıldır bildiği tek bir yöntemi, sermayeyi kıtalararası düzeyde akışkanlaştırarak tüketim kontrollü bir “şirketler ağı” oluşturma stratejisini uyguluyor ve yetiştirdiği bilirkişiler, hayatında ilk kez kara veba ile karşılaşan Ortaçağ hekimleri kadar şaşkın ve kararsız şu anda. “Kriz” diye bir şey yok artık; süreğenleşen ekonomik darlık var. Dünyanın dört yanında giderek büyümekte olan öfkeli tepkilerin nedeni de bu.

 

Mutlu ve huzurlu insan, içinde yaşadığı koşulları değiştirmeye çalışmaz; bir başka deyişle, “Mutlu devrimci yoktur”. Bu nedenle devrim ve değişim, “tuzu kuru” insanların, “hamdolsun geçinip gidiyoruz işte” diyenlerin işi değildir. Küresel finans-kapitalin karaya oturması, dünyadaki tuzu kuru insanların sayısını hatırı sayılır oranda azaltırken, açlık sınırında yaşamaya artık isyan edenlerin tepkilerini de keskinleştiriyor. Üstelik, artık yalnızca yoksul 3. Dünya ülkelerinde değil, sistemin kalelerinde de yaşanıyor bu.

 

Bir bakıma, nesnel ve öznel koşullar yavaş yavaş “ısınmakta” gibi görünüyor bir süredir. Ama hâlâ değişim ve dönüşüm için eksik olan bir şey var: Ciddi bir alternatifi biçimlendirecek, sağlam bir örgütlenme. Bu gerçekleşmediği sürece, sistemin artık önü alınamayan tökezlemeleri yalnızca kaosa yol açacak gibi görünüyor. Elbette, kaostan da korkmamak gerek; her değişimin başlangıcı kaostur çünkü.