Kapitalizm özünde, bir, “güç arayan”, “güçlü olmak” isteyen aktörler dünyasıdır. Güç arayışı eğer güçlülere karşı oluyorsa bir “değişime”, gücün korunması ve devam etmesi doğrultusunda oluyorsa bir “zorbalığa” yol açar. Bu sonuçlar bazen aynı zamanda farklı aktörlerde (kişilerde, şirketlerde vs.), bazen de farklı zamanlarda aynı aktörlerde gözlenir. Yaşadığımız ekonomik krizlerin de ekonomideki iniş çıkışların da nedeni bu.

Krizlerin ve iniş çıkışların sıklığıdır ki iktisatçıyı bir çözüm bulmaya yöneltir. Yani iktisatçı, “öyle bir makro ekonomik ortam düşünmeliyiz ki bu ortam, “değişime” de “zorbalığa” da eğilimli bu yapıyı ne değişime engel ne de zorbalığı egemen kılacak bir biçimde oluşsun diye düşünmeye sevk eder. Değişimi teşvik eden, zorbalığı da denetim altında tutan bir ekonomik düzen iktisatçının hayalindeki düzendir esasında.

Geçen yazımda TTNet’in yani Telekom’un, “Türkiye”yi temsil ettiğine inanılan “Mümkünlü” kasabasında geçen olayları konu alan reklam kampanyasından söz etmiştim. Telekom’un neden böyle “agresif” bir reklam kampanyasına girişmiş olduğunu sorgulamıştım.

Öyle ya pazar payı yüzde 95’lerde olan bir şirketin bizden istediği daha ne olabilir ki? İnternet kullanan 100 kişimizden 95’imizin kullandığı (kullanmak zorunda kaldığı mı demeli?) bir servisin sahibi olarak! Üstelik de bugün Avrupa’nın ortalama internet kullanım fiyatlarından en az üç dört kat daha fazla fiyatlarla?!

Bu reklamla Telekom, kasabanın “kasabı”nın da kullandığı daha geniş bir internet dünyası mı yaratmak istiyor yoksa herkes kendisine öyle bağlansın ki başka hiçbir şirket rakip olarak karşıma çıkmasın mı demek istiyor? Ya da her ikisinin birlikte olmasını mı? Yani Telekom, “değişimin” mi peşinde yoksa “zorbalığın” mı?

Bu soruların cevabını verecek ben değilim kuşkusuz. Ama cevaplarını arayan birilerinin çıkacağı da kesin. Bu reklam bombasının etkisi altında kalmayacak birilerinin. Şimdi değilse yarın. Ama mutlaka...

Yukarıda yaptığım analizi tümüyle bir başka alana, “siyasi alana” da genişletebiliriz. Benzer bir durum orada da var çünkü. Orada da güçlü olmaya çalışan aktörler, siyasetçiler ve siyasi partiler var. Örneğin siyasetçiler de siyasi partiler de siyaset alanında “güç” ararlarken eğer muhalefetteyseler “değişime”, iktidarda iseler de “zorbalığa” doğru eğilim yaratırlar. Bu eğilimler bazen aynı zamanda farklı aktörlerde (siyasi liderlerde ya da partilerde), bazen de farklı zamanlarda aynı aktörlerde gözlenir. Yaşadığımız siyasi krizlerin de siyasetteki iniş-çıkışların da nedeni bu.

Siyasi krizlerin ve siyasetteki iniş-çıkışların sıklığıdır ki siyaset bilimciyi bir çözüm bulmaya yöneltir. Yani siyaset bilimci, “öyle bir siyasi ortam düşünmeliyiz ki bu ortam, “değişime” de “zorbalığa” da eğilimli bu yapıyı ne değişime engel ne de zorbalığı egemen kılacak bir biçimde oluşsun diye düşünmeye sevk eder. Değişimi teşvik eden, zorbalığı da denetim altında tutan bir siyasi düzen siyaset bilimcinin hayalindeki düzendir esasında.

Dikkat edilirse iktisatçının da siyaset bilimcinin de aradığı düzenler benzerdir. Her ikisi de, kapitalist toplumlardaki “güç arayışının” daha çok “değişime” yönelmesini, “zorbalık” eğilimlerinin de denetim altında tutulmasını sağlayacak bir düzen hayali kurar.

Böyle bir düzen bizde anlaşıldığı gibi yalnızca “sandık” üzerinden çalışan adı “demokratik” olan bir düzen değil, farklı “güç arayışlarının” her an toplumsal değişimleri tetiklediği, “zorbalık” eğilimlerinin de her an denetim altında tutulmaya çalışıldığı “katılımcı” demokratik bir düzendir.

Bunları neden mi konu ettim?

Bakın Türkiye’ye! Bir tarafta toplumun gözünün içine baka baka gücünü “zorbaca” kullanan şirketler dünyası ile yine gücünü “zorbaca” kullanan bir siyasi aktörler dünyası değil mi gördüğünüz? Bunların karşısında da her iki alanda da güçlülerin güçlerini kırmaya çalışan, yani güç arayan ekonomik ve siyasi aktörlerin dünyası yer almıyor mu?

Bugünün Türkiye’sinin dinamiğini besleyen çatışmalar bunlar. Yani “değişim” mi “zorbalık” mı? Yani “değişimden” mi yanayız, “zorbalıktan mı?

Temel soru bu.