“2004 Ocak ayında kaybettiğimiz Erol AKYÜZ’ün anısına”

1992 yılının bir kış günüydü karşılaştığımızda. İç Anadolu’nun zemheri soğuğu iliklerimize kadar işliyor, çatıların altında yorgun serçeler gibi soluklanıyordu, kerpiç evler… Keskin kömür kokusuyla köpek havlamaları arasında, yine alışıldık bir bozkır akşamına başlanıyordu, sohbetlerin koyulaşan tadında.

Dar mekânların iç sıkıntılarının yoğunlaştığı bozkır kasabasında, karşılaşmamız bir tesadüf değil zorunluluktu elbette. Bu zorunluluk uzun sohbetlerde dostluğa evrildi. Kelimelerimizi kuyumcu inceliği ile tartarak konuştuğumuz günlerden sıyrılıp, sanat politika, örgütlenme üzerine, sigara dumanın sisinde geceler boyu kafa patlattığımız çok oldu.

Birkaç arkadaş bu sürgün yerine hepinizden önce geldiğimiz için ”dar mekân” sendromu denilebilecek rahatsızlıkları yenmenin yollarını çabuk keşfetmiştik. Her yeni gelene, yolu buralara düşene kolaylık sağlıyordu bu durum. Kurumuş dere yataklarındaki keşiflerimizle birlikte çoğalıyorduk yeniden…

Sonraki günlerde Erol’la sanat üzerine daha çok yoğunlaştık. Dar mekânlarda sanatçı tavrı, planlı çalışma, sanat disiplini ve yaratım ilişkisi üzerine bıkmadan usanmadan tartıştık. İlk pratiğimiz onun dostlarıyla paylaştığın evin bir odasını atölyeye dönüştürmek oldu. Böyle bir yaratım alanı, en azından hepimizde dışsal bir isteklendirme olarak rol oynayacaktı. Sonunda oldu da… Biz o dar alanda yaşamının en güzel renklerini şekillendirdik. Ben de o imgelerden yola çıkarak en güzel dizelerimi yazdım diyebilirim. (İkinci kitabım “Rüzgârına Yol Gösteren martı” buranın ürünüdür)

Hatırlayanlar bilir. Eve, Rus pazarından aldığımız aletlerle kurduğumuz fotoğraf stüdyosundaki ilk denemelerimizi. Ya benim onun objektifine verdiğim kurgulanmış sanatçı pozları… Öyle ciddi pozlar vermiştim ki, bir elim şakağımda, Yılmaz Güney gibi. Bazen de bozkır yalnızlığına ağız dolusu kahkahayla gülerek… (O fotoğraflardan biri şiir antolojisine beni imliyor şimdi)

Evde heykel yapmaya karar vermiştik. Bunun için her zaman gezdiğimiz o vadide daha derin gözlemler yapacaktık. İlk yolculuğumuzda bir su kaynağının saklısında bulduğumuz kili, naylon poşetlere doldurarak eve taşımıştık. Yolda kayanın başında oturan çoban, çaldığı ıslıkla kendince çamur taşıyan bizlerle dalgasını geçmişti. Oysa biz bunları görecek halde değildik. Yuvasına balçık taşıyan bir çift kırlangıcın heyecanını taşıyorduk yüreğimizde.

Evde kili bir dizi işlemden geçirmiş, uzun süre kıvama gelmesi için beklemiştik. Kalıp çıkarma konusunda yetersiz kalınca Gazi Üniversitesindeki hocalarıyla iletişime geçerek ilk heykelini yapmıştı Erol.(Hoş bu gün heykele ucube diyen yöneticilerimiz var)İlkler her zaman önemliydi. Çünkü sanatsal yaratım ilklerin üzerinde şekillenen sürecin birikimiyle oluşuyor. İlk adımlar olmasa sonrası da olmuyor.

Erol’u en güzel anlatacak imgeler kısacık ömründe saklı. Gazi’de gireceği yetenek sınavı öncesi, Seydişehir’de işçiler grevde olduğu için, ailesiyle tarlalarda tarım işçisi olarak çalışmak zorundaydı. Uzayan greve, parasız geçen günlere karşı ailece takınılan bilinçli bir tavırdı bu… Güzel sanatların sınavına, simsiyah bir elle, patlamış avuçlarıyla katıldı. İnadıyla, istenciyle, yüzlerce öğrencinin arasından sıyrılarak resim bölümüne girdi. Torpil söylentilerinin ayyuka çıktığı bu tür sınavlarda gerçekten arkasız birinin büyük başarısıydı bu.

Birlikteliğimizin sonraki günlerinde, süreç öylesine hızlı gelişiyordu ki… Artık sanatsal çalışmaların dışında birliktelikleri çoğaltmanın zamanı gelmişti. Bozkırın bildik değerlerle şekillenmiş kasabasında, TÖS’den TÖBDER’e ve EĞİTİM-SEN’e uzanan mücadelenin başlatıcısı, hareketlendiricisi olmuştuk. Zor günlerde, üzerimizde yoğunlaşan baskılar altında dönemin koşullarına uygun dinamik bir kitle yaratmıştık. Her birimizin yoğun emeği vardı öğretmen örgütlenmesinde.

Sonra o küçük kasabadan her birimiz dağıldık başka yönlere… Bağlantımızı hiç koparmadık dostlarımızla. Gittiğimiz yerlerde örgütlü mücadelenin bir bileşeni neferi olmaya çalıştık.

Zonguldak Ereğli’de açtığı ilk resim sergisine, bir metin hazırlayıp göndermiştim. Çok hoşuna gitmişti bu yazı. Bu yazının içeriğinde o metinden de izler bulacak okuyucu. Çünkü bitmeyen bir metindi o…

Dar zamanların koyulaşan hüznünde, nar rengi duruştu yüzün, Anadolu’nun kahırlı coğrafyası gibi, sevinçli ve kederli. Umut hiç eksilmedi fırçandaki maviden ve kırmızıdan. Çıngıraklı gecelerin sesiydi resmin. Ülkemin pınarlarından beslenen ve her renkte kendini yeniden biçimlendiren güzellik. Aydost dağlara asılı bir Yörük hüznüydü sesin, kervan kıran gecelerden sabaha sevinçle koşan…

Olmadı. Ölümün gölgeli yüzü indi yüzüne. Kelimelere sığmayan bir çığlık oldu, dudaklarımızda. Bozkırın tuvaline sığmayan tok sesli bozlağı, sesini aynı ırmakta yıkayan kuşlar gibi, buluşacağız o büyük görkemli günde. Anadolu’nun görkemli düğününde.

Bak gökyüzünde çoğalıyor, rüzgârına yol gösteren martı çığlıkları…