Selda Bağcan, Cumhurbaşkanı Erdoğan nezdinde gelecek olası bir davete ilişkin, “Sanatçıları götüren Polat Yağcı bizim yakınımız; ama Polat böyle bir şeyi bize teklif dahi edemez! Bu kadar kızdığın, eleştirdiğin bir yerin davetine gidemezsin!” ifadelerini kullandı.

Sanatçı Selda Bağcan, Nokta’dan Fatih Vural’ın sorularını yanıtladı.

Van’da, saksafon ve gitar çalmayı bilen veteriner bir baba, çocuklarına o müzik tutkusunu aşılıyor ve kardeşler Ankara’da kendi müzik kulüplerini açıyor. Müzik kariyerinizin başlangıç noktası da o yer, değil mi?

Evet. Beethoven Kulüp’te abimler hem çalıyor, hem de işletmecilik yapıyordu. Ondan bir yıl önce de İlhan Feyman, Van Gogh adında bir yer kurmuştu. Bizimkiler orada çalıyordu. Beethoven Kulüp’ten Barış Manço, Cem Karaca, Esin Afşar, Ayla Dikmen gibi çok büyük isimler geçti.

Fikret Kızılok’un çalacağı gece, 12 Mart 1971 Muhtırası oldu. Ben de o sırada Ankara’da Fen Fakültesi’nde fizik okuyordum, akşamları da abimlerin mekanında yer siliyordum.

12 Mart Muhtırası, müziği nasıl etkiledi?

Pek etkilediğini düşünmüyorum. “Terörist” dedikleri insanların peşine düşmüşlerdi, müzik akıllarına gelmedi. 12 Eylül, müziği daha çok etkiledi. Beni de öyle! 12 Mart beni es geçti, çünkü üniversite öğrencisiydim ve müzik hayatına atılmamıştım.

Yer silen Selda’yı nasıl keşfettiler?

Ben kendimi keşfettim (Gülüyor). Benim ilk iki 45’liğim, 1971 Temmuz’unda aynı günde çıktı. Deniz Gezmiş’ler yakalanmıştı. Fakir Baykurt, “İçerideki Oğul” kitabında bahseder, Deniz Gezmiş hapishanede benim Mahpushanelere Güneş Doğmuyor şarkımı sürekli dinliyor. Bu arada halk arasında yayılan tevatüre göre bu şarkıyı onlar için söylemişim! 

Bunu ilaveten, Gezmiş’in sevgilisi olduğunuz dedikoduları da beş yıl sonra kulağınıza çalınıyor...

Konser kulisine gelen küçük bir kızdan öğrendim, güya Deniz Gezmiş’in nişanlısı olduğumu! Mahpushanelere Güneş Doğmuyor şarkısının da başka bir hikayesi vardı. Neşet Ertaş’ın Yugoslavya’da yaptığı trafik kazasından sonra içeri girince yaptığı bir şarkıydı. Deniz Gezmiş’lerle bir ilgisi yoktu; ama onlara teşmil edilmişti.

1971 Temmuz’unda okuduğunuz Katip Arzuhalim’i, Barış Manço da seslendirdi...

İlginçtir, Barış bu şarkıyı, Cem Karaca da Tatlı Dillim’i benden öğrendi, abimlerin kulüpte. Onlar sahneden iniyordu, ben çıkıyordum, patronun kardeşi olmamın torpiliyle! Cem ve Barış, şarkılarımı alıp “İstanbul’a gidiyoruz, sana plak yaptıracağız” dedi.

İstanbul’a gidince beni unuttular! Kendi plakları çıktı; ama üç ay sonra da benimkiler çıktı. O zaman kimse kimseden izin almıyor, telif hakları yok Türkiye’de. O nedenle kızmadım; ama yüzlerine defalarca vurdum.

Anadolu’nun türkülerine gitarla yeni bir form vermek, cesaret isteyen bir şey değil miydi?

O, kendiliğinden gelişti. Ben bağlama çalmayı biliyordum; ama gitarı daha iyi çalıyordum.

Bir yandan Batı müziğine yapılan Türkçe aranjmanlarla yükselen pop, diğer yandan da kendi köklerinden büyüyen Anadolu rock... Siz, neden ikincisi seçtiniz?

Ben 1963 yılında Batı müziği söyleyerek girdim aslında piyasaya. Fecri Ebcioğlu beni Ferhat Boratav’a dinletmiş o sıra. “Yeni biri geliyor” demiş. O zaman plak firması olarak Odeon vardı ve Ankara’ya kadar gelip bana plak teklifi yaptılar, 1963’te. İstanbul’a gitsem, Ankara’daki okulum yarıda kalacaktı. Odeon’un teklifini kabul etmedim.

TRT’de spiker olan Türkan Poyraz’ın reklam stüdyosunda, Ankara’daki ilk bantlarımızı yaptık. O, diksiyonumu düzeltti benim: “Sen şehirlisin. Türküleri bir şehirli gibi okumalısın.” O halde kaydettiğimiz şarkılar, TRT Ankara Radyosu’na gitti ve denetimden geçti. Türkan Poyraz’ın TRT’deki inisiyatifiyle “Adaletin Bu Mu Dünya?” bile geçti kuruldan. Fakat üç ay sonra bir yasak geldi ve o yasak yirmi sene hiç bitmedi!

Neden yasak geldi?

Adımın Deniz Gezmiş’le anılması TRT’nin kulağına gitmiş. Yazılı değil, sözlü bir yasak vardı, “Sanatçının gereksiz reklamı yapılıyor,” diye.

Yasak ne zaman başladı?

1971’de! İlk 45’lik çıkar çıkmaz! Ama ben başımı alıp gitmiştim. İki 45’liğin satışı bir milyonu geçmişti.

İyi para kazanabildiniz mi?

Bana 7 bin 500 lira verdiler o dönem. Plakçının kazandığı para ise 1 milyon 800 bin liraydı. Üçüncü anlaşmaya geldiklerinde 100 bin lira istedim. Parayı vermeyip, TRT’den Çemberimde Gül Oya bandımı çalıp onu izinsiz bastılar. Yirmi sene yasaklı olmak, bir sanatçı için korkunç bir şey! Sadece İsmail Cem döneminde birkaç kere çıkabildim televizyona.

Popülerliğinizin artmasında, TRT’nin yasağında önemli rol oynayan politik kimliğinizin belirginleşmesinin de etkisi var mıydı?

Vardır, mutlaka. Ama öncelikli etken, sesimdi. Ondan sonra şarkı sözleri ve daha sonra da politik duruşum geliyordu. Politik duruşum baştan itibaren varmış; ama farkında değilmişim! Pir Sultan türküsü söylemek, başlı başına politik bir duruştu.

Ama onu bilerek söylemedim, çok güzel olduğu için söyledim. 1976’da Kızıldere şarkısı patlayınca, esas politik yanım orada ortaya çıktı. 1974’teki Anayasso’yu da unutmamak lazım. O da benim bestemdir.

Anayasso’da siyasi olarak Ankara’yı karşınıza aldınız...

Tabii. Devletin karşı çıkışı da TRT ile başladı. Anayasso, Şemsi Belli’nin şiiridir. 1969’da yayınlandı ilk kez. Ben de o besteyi 1969, 1970 gibi yapmıştım. Daha plağım bile yoktu. O bestenin plak yapılması, 1973’te oldu. Anayasso’yu okumak, Kürt sorununa parmak basmaktı, o yıllarda.

1970’ler sadece sizin değil Türkiye’deki solun da politik anlamda en parlak olduğu dönem... Ta ki 1980 Darbesi’ne kadar...

Aynen öyle. O yıllarda Cem Karaca ile turnelere çıkıyorduk. 66 günlük bir turne yaptığımız oldu birlikte. Günde iki kere, matine-suare... Şimdi milyon dolarlar verilse yapamazsınız. O zaman turne böyle bir şeydi.

DARBENİN GELDİĞİNİ BİLİYORDUM, “KADINIM DİYE BANA BİR ŞEY YAPMAZLAR” DİYORDUM

Cem Karaca’nın yurtdışına çıkışı nasıl oldu?

1979’da birlikte Batı Avrupa turnesine çıktık. Cem, Almanca da bildiği için orada kaldı. Bir hatunu da vardı; ama Türkiye’deki terörden hepimiz korkmuştuk. Ben, “Kadın olduğum için bana bir şey yapmazlar” deyip döndüm. Erkekler daha çok korktu.

Politik şarkılar söyleyen sanatçılar olarak hedefteydik. 1979’da Cem Karaca ile Avrupa’yı altı ay dolaştık. 1980’de de Zülfü Livaneli ile altı ay dolaştık, darbeden önce. Ben, 19 Nisan 1980’de, Berlin’de Cem Karaca ile son konserimi yaptım. 27 Nisan’da Türkiye’ye döndüm. Darbenin olacağını herkes gibi biliyordum; ama “İllegal bir şey yapmadım ki bana bir şey olmaz” diyordum.   

Darbeye kadar, beş ay boyunca konser yapamadınız...

Mümkün değildi, darbeden sonra yedi yıl da konser veremedim ben. 12 Eylül gecesi, stüdyoda son şarkımı söyledim ama... Bu Yürek Sizin / Yeni Bir Dünya... İki şarkılık  bir albümdü.

Bu albüm çıkmadı mı?

Türküola firmasına o gece bandı teslim ettim. Plak olarak basıldı, bir hafta sonra dağıtıldı. Bizim patron Yılmaz Asöcal, darbeden sonra baktı ki durum vahim, plakları toplattı piyasadan. Onun için o plak hiç duyulmadı. Yakın zamanda bu iki şarkıyı, Türkülerimiz 7 albümünde yayınlayacağız.

Stüdyodan çıktığımızda gece baktık ki her yerde tank var. “Darbe bu gece geliyor” dedim, onları gördüğüm anda. Arkadaşım Samim Değer’in annesi de telefon ediyor: “Selda, kızım darbe oldu. Kaç!” “Yahu nereye kaçıyorum? Benim illegal plağım yok ki, örgüt üyesi de değilim” dedim.

Bundan altı ay sonra, Cem’le 1978’de, Almanya’da yaptığımız 1 Mayıs Yürüyüşü, sanki darbeden sonra yapılmış gibi sıkıyönetime ihbar edildi. Bunu yapan da Cem’in hatunu Meral’in eski kocası. Hafta sonu gazetesinde manşette çıktık! Cem’in bir elinde torba var, alışverişten gelmiş, bir elinde megafon...

Bunun bir de Hürriyet versiyonu var, değil mi?

O, daha önce. Hürriyet’in manşetinde, “Türkiye’nin aleyhindeki sanatçılar” yazısı yer aldı. Arka sayfada adımı görünce yayın yönetmeni Nezih Demirkent’i arayıp “Siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz? Ben zaten Türkiye’deyim. Bu yazıyı düzeltin” dedim. Ertesi gün düzeltmeyi, arka sayfada, küçücük verdiler.   

Haftsonu’ndaki yayın, gazeteci Demir Kurtoğlu’nun işiydi. Mahkemeye verilince, ben İstanbul’da, evimde oturduğum halde “Yurda dön!” çağrısı aldım. Altı aydır Türkiye’deyim zaten! O sabah, beni tutuklayabilirler diye bavulumu toplayıp teslim olmaya gittim. Benim bavulla gittiğimi görünce, işgüzar kapıcı, yöneticiye çıkmış “Kaçıyorlar” diye. Yönetici de profesör, o da gitmiş muhtara, “Kaçıyorlar” diye. Biz Selimiye’de ifade vermek için beklerken, evi polis basmış. O sırada kapıcılara ve yöneticilere ihbar yetkisi vermişlerdi. Biz evde olmayınca karşı komşunun kapısını çalmış, polis. O doğruyu söylemiş, “Onlar bütün yaz buradaydı” diye.

Selimiye’de bütün gün ifade verdim. Başsavcı Süleyman Takkeci’nin karşısına çıktım. 1 Mayıs Yürüyüşü’nün fotoğrafını gösterdi, “Bu fotoğraf, darbeden önce çekildi. Bu yürüyüşe Almanya Başbakanı Willy Brandt da katıldı” dedim.

Cem’in elindeki hoparlörü görünce, “Ne diyor?” diye sordu. “Bu bir İşçi Bayramı olduğu için ‘Uluslararası Dayanışma’ diyor” dedim. Melike Demirağ, Şanar Yurdatapan ve Sema Poyraz da Güney Kıbrıs’a gidip konuşmuşlar. Savcı bizi “örgüt” yapacak ya! “Melike Demirağ’ı tanır mısın?” diye sordu. “Tanırım, çok da severim, annesi Rüçhan Çamay da arkadaşımdır” dedim.

Bugünkü gibi o zaman da kolayca “örgüt üyesi” ilan edilebiliyordunuz yani?

Yoo, bugünkü kadar değil! O zaman edemediler işte! Ama şimdi ediyorlar! Savcı araştırdı, bir örgüt bulamayınca dediğime inandı. Şimdi inanmıyorlar. Ergenekon adı altında uyduruk iftiralarla insanların başına neler getirildi! O nedenle bu dönem, 12 Eylül’den daha kötü. O zaman söylediğinde ilave şeyler yazmıyorlardı. Serbest bıraktılar.

Gece saat 11 gibi, eve dönmeden önce, “Serbest kaldığıma dair bana bir kağıt verin” dedim. “Şu saatte veremeyiz. Eve gidin, bir şey olursa Selimiye’ye telefon açarsınız” dediler. Eve gittik, baktık ki evi yine polis basmış! Kapı da açık bırakılmış.

Sekiz polis, Thompson silahlarla girmiş içeriye. “Hayrola, ne istiyorsunuz? Ben serbest kaldım” deyince, Selimiye’ye telefon açmamı istediler. Sonra da “Burası bir sanatçının evi, silahlı sekiz polisin ne işi var?” deyince beşi çıkmak zorunda kaldı. Yarım saat sonra telefon geldi, gittiler.

Daha sonra hapse neden girdiniz?

Bu anlattığım olay 1981 Şubat’ında oldu. Üç ay sonra, 27 Mayıs günü, kapıyı çalan bir sivil polis, yüzüme kimliğini dayadı! Kapıda da sivil araba... “Kadife eldivenli” diyorlar ya, hakikaten de çevredekileri rahatsız etmeden insanları tek tek topluyorlar. Adamın ağzından laf almaya çalışırken sonunda söyledi: “Birinci Şube’ye gideceğiz. Bir kaset mi ne varmış!”

Bavulumu yanıma almak istedim, izin vermedi. İsmimin, cismimin olmadığı siyah bir kaset çıkardılar. Kaseti tape etmişler, ben yine de dinlemek istedim. Koçero’nun olduğu kaset. Ben de nasıl feryat figan söylemişim! Polisler, şarkının sözleriyle dalga geçiyorlardı. Dinleyince, “Evet, bu benim şarkım” deyip kabul ettim.

Der demez, hücreye attılar. Küçücük bir hücrede bir gece kaldım. Dövemiyorlar; ama mazgala sopayla vuruyorlardı. O gece çok zor geçti. Tuvalet yok, söyleyemiyorsun bile! Süt kutusuna işedim! Şilteye yattım, Allah’tan bitlenmedim.

İkinci defa hapse neden girdiniz?

O da Muhlis Akarsu’nun Galdı Galdı adındaki türküsü nedeniyle oldu, 1984’te. Bir gün yine polis arabasıyla gelip kapımı çaldılar. “Hasanpaşa Karakolu’ndan geliyoruz, ifade vermeniz gerekiyor” dediler. Avukatımla karakola gittim. Özal seçimi kazanmış, yumuşama var o sırada. Afyonlu bir polis, benim kimlikte Manisa’ya kayıtlı olduğumu görünce ilgilendi benimle. “Abla senin dosyan alttaymış, nasıl üste çıktı anlamadım. Bana kalsa yine altta tutacaktım” dedi, çocuk. Yine sorgu başladı.

12 Eylül sürecinde, gece 12’den sonra sokağa çıkma yasağı vardı. Hasanpaşa tarafında bir plakçının ışığının yandığını görmüşler, o saatten sonra. Plakçıyı basmışlar, meğer bizim albümlerimizin korsanlarını yapıyormuş. Melike Demirağ, Ruhi Su, Cem Karaca, benim plaklarım varmış aralarında. Yine ben ortada olduğum için “Hadi, gel bakalım” dediler.

Sebep?

Galdı Galdı’nın bilirkişi raporuna komünizm propagandasını da koymuşlar. “Abla bu gece misafirimizsin” deyip gözaltına aldılar. O gece karakolda kaldım. Evimde çalışan kadın da “Ablamı almadan gitmem” deyip o gece karakolda kaldı. Ertesi sabah dediler ki “Abla bugün Polis Günü. Bizim arabamız yok. Senin arabanla gidelim. Hem senin de imza vermen lazım.” Taksim’e gittikten tekrar karakola döndük. Sonra yine içeri düştük.

Mahkemede hakim, “Selda Hanım, neden sizi ikide bir karşımıza getiriyorlar” deyip serbest bıraktı. Fakat ben Metris’ten dönüş yolundayken savcı itiraz edip tutuklama kararı çıkartmış. Bir saat içinde o kararı kaldırmış.

Üçüncü tutuklanmadan mı bahsediyorsunuz?

Evet. Ben eve gelmişim. Evde rakı, kebapla çıkmamızı kutlarken, Hürriyet’te, “Selda Bağcan tutuklandı” haberini gördüm! Nasıl olur? Avukatım öğrendi, “Sen Metris’ten gelirken o karar çıkartılmış” dedi. Ama karar ulaşmamış. Gerekçe de komünizm propagandası yapmam! 

Avukatım, “23 Nisan’a giriyoruz. Bunlar bayram diye seni hücrelerde tutarlar. Teslim olma. Bana gel. Ben seni 24 Nisan’da götüreyim” dedi. Avukatımla teslim olmaya gittik. Beni elleri kelepçeli oturttular akşama kadar. Oradan hapishaneye... Bu defa da iki buçuk ay kaldık. İlk mahkemeye çıktığımda serbest kaldım, bu davadan da yargılanmam yıllar sürdü. 1987’de bitti yargılanma.

Bu kadar bedel ödedikten sonra “Selda biraz frene bas” dediniz mi?

Demedim, çünkü yaptığım işler yasaldı. Şarkılarımda da bir hakaret falan yoktu. Pasaportumu 1980’de aldılar ve 1987’ye kadar vermediler. O nedenle, 1986’da İngiltere’de Peter Gabriel’in desteklediği Womad Dünya Dans ve Müzik Festivali’ne gidemedik. Yine de festival plağında bana yer verdiler.

Bak nasıl bir jest! O plak dünyayı dolaşıyor, dünyanın her yerinde çalınıyor ve bana dört bir yandan konser daveti gelmeye başlıyor. Yasaklı olduğum için gidemeyince hırs yaptılar, 1987’de bir daha çağırdılar. 1987’de ayrıca Rotterdam ve Glastonburry festivallerine katıldım. 1990’da da İsrail’deki Acco Festivali’ne davet aldım. Bunların hepsi, o plakta yer aldığım içindi!

Unutmadan... Pasaportunuza nasıl kavuştunuz?

1987’de Womad’den tekrar davet gelince Cumhuriyet yazarı Mustafa Ekmekçi duyuyor bunu. Sadık Gürbüz, “Mustafa senin pasaport işini halledecek. Senin telefonunu vereyim mi?” diye sordu. Vermesini istedim. Meğer Mustafa, Adnan Kahveci’yle bağlantılıymış. Devamlı ona, yasağı kaldırması için pasaportlar götürürmüş. Adnan Kahveci de Kültür Bakanı olduğu için bu işlemleri yaparmış. Kahveci pasaportumu onayladı. Yıllar sonra Kahveci’yle ahbap olduk.

Nasıl?

Ziller ve İpler’in sözleri yazılacaktı. Yazsın diye Necef Uğurlu’yu eve davet ettik. Necef, “Seninle tanışmak isteyen biri var. Onu da yanımda getireyim mi?” dedi. Meğerse Adnan Kahveci imiş. Eşi ile o akşam bana geldiler. Kahveci Ailesi’ni o kadar sevdik ki, bu sefer onlar davet etti bizi; ama altı ay geçti, ses seda yok. Altı ay sonra çağırdılar, Kartal’daki evlerine.

“Evde oturacak koltuk yoktu, bugün aldık. O yüzden sizi geç çağırdık” dedi. Düşünebiliyor musun, koca bakanlık yapmış adam, parasızlık nedeniyle altı ay sonra koltuk alıyor evine! Onlar böyle şerefli insanlardı. Biz yine onları çağırmaya hazırlanırken, trafik kazasında kaybettik onları.     

DÖNÜM NOKTASI, 2006 YILIDIR

Selda Bağcan, bugün Türkiye’nin yabancı festivallere en fazla davet alan ismi. Size neden bu kadar yoğun ilgi gösteriyorlar?

Londra’dan Finder Keepers diye bir şirket beni keşfedince, geldiler. Mukavele yaptık, 2006’da. 2002’den beri arıyorlardı. Rock tarzında olan şarkım İnce İnce Bir Kar Yağar’ı yayınlamak istediklerini söylediler. Yayınlanınca dünyada büyük ses getirdi. Şarkıdaki o tiz ve parlak ses, insanları büyüledi.

Bunda kaydı yapan İhsan Apça ile aranjmanı yapan ve elektrogitarı çalan Fehiman Uğurdemir’in de büyük katkısı var. Bu şarkıyı Mos Def de söyleyince iyice duyuldu ve o albüm bütünüyle iş yapmaya başladı. Yaz Gazeteci, Mehmed Emmi ve Yaylalar da hit oldu. DJ’lerin gözdesi haline geldi. Yaylalar, İspanyolca söylendi. Yaz Gazeteci’yi İbraniceye çevirdiler. Başka dillere de çevrilen şarkılarım oldu.

Bunu geç kalmış bir şöhret olarak görüyor musunuz?

Tabii ki öyle. Kırk yaşımda bunları görseydim daha iyi olurdu. İngilizcemi daha iyi yapmak için ısrar ederdim.

Ya Türkiye’deki konumunuz?

Şu anda enteresan biçimde rock festivallerinden davet alıyorum, Türkiye’de. Babylon 24 Eylül’de açılışı benimle yapmak istiyor. Eskiden gençler, “Annem sizi çok seviyor” derlerdi. Bu sene, Bodrum’da yürüyorum, oğluyla yürüyen bir kadın beni durdurup, “Oğlum sizi çok seviyor” dedi (Gülüyor). Geçen kötü günlerimizden sonra bugünlerdeki şaşaa beni şaşırtmıyor. Şarkı sözlerinden dolayı üç defa hapse düştüm çünkü!

Devletin size bir iade-i itibarla yaklaştığını düşündünüz mü?

Devlette yine itibarsızız canım! Solcuysan yanmışsın! Barcelona’da Primavera Festivali’ne katılıyorsun, yer yerinden oynuyor. Ama oradaki konsolosluktan tık yok!

Solcu olduğunuz için içeride de AK Partili belediyelerin boykotuyla karşılaşıyor musunuz?

O teklif gelmez zaten! Bir kere, Van’ın Çatak ilçesinden bir teklif aldım. Belediye Başkanı aradı, hayranım olduğunu söyledi. Konsere çağırmak istediğini söyledi. “Peki” dedim. Ödeneği alamadı herhalde, bir daha da aramadı!

“YANDAŞ” SANATÇILARA KIZMIYORUM

Terör nedeniyle ilk fatura müziğe kesildiği için sektör de dibe vurmuş durumda. En son Erol Evgin’in hedef konulduğunu da düşünürsek, bu siyasi gerilim, müziği daha aşağıya çeker mi?

Müzik, bütün bu düşüncelerden çok bağımsız. Aşağıya çekmez. Davetlere giden, “yandaş” denilen sanatçılara da kızmıyorum. Onlar benim gibi solcu olmak zorunda değil! Demek ki bu ülkenin yüzde 50’si gibi, onlar da memnun! Yüzde 50’si de benim gibi hiç memnun değil.

Bu tip törenlere davet alıyor musunuz?

Hayır, almıyorum. Sanatçıları götüren Polat Yağcı bizim yakınımız; ama Polat böyle bir şeyi bize teklif dahi edemez! Bu kadar kızdığın, eleştirdiğin bir yerin davetine gidemezsin!

Koçero, Hasan Hüseyin Korkmazgil’in şiiri. Kitabı, 1976’da çıkmış. Ben besteyi 1978’de yaptım. Yıl, 1981. Kitap piyasada. Sorguda da bunu anlattığım için ertesi gün çıktığımız adli müşavirliğin serbest bırakmasını beklerken, ellerime kelepçe takıp Metris’e yolladılar.

Ya sonra?

Kelepçeyi taktıklarında “Ellerim ne kadar güzelmiş” dedim. O gece ringle Metris’e gidiyoruz; ama askerler de arabada Kızıldere’yi söylüyorlar. “Oğlum söylemeyin, başınıza bir şey gelecek” diye uyardım, “Abla bizden başka kimse yok, rahat ol” dediler.

Metris’te gözaltı koğuşuna attılar ve kırk gün orada kaldım. Cezaevine girerken donumu dahi açıp baktı kadın polis. Çok sinirlendim. Zaten çırılçıplak soyuyorsunuz!

İçeriye girdik, aman Allah’ım! Koğuşlar çıldırdı. Kızıldere’den başlayarak marşlar söyleniyor. Erkekler koğuşunda bile! Kadınlar koğuşunda nasıl karşıladılar, anlatamam! “Kızlar bu marşları söyletmezler burada, nasıl söylüyorsunuz?” dedim.

Askerler mazgalı açıp “Ablalar yapmayın” diye uyardı. Kızlar dinlemeyince yine uyarı geldi, “Subaylar geliyor, söylemeyin!” Kapı açıldı, kızlar Çayeli’ni söylemeye başladı. Yüzbaşı da “Ben sizi dinledim, başka marşlar söylüyordunuz” deyince kızlar masayı terk etti, ben tek başıma kalakaldım.

Adam beni görünce “Sen yaptırdın” diye beni binbaşıya şikayet etti. Ertesi sabah binbaşı beni çağırdı, “Sen yaptırmışsın” dedi. Kabul etmeyince, “Türk ordusunun kahraman subayları yalan mı söyleyecek?” dedi. Sustum.

“Bak, ananı bellerim! Burada yapılacak her şeyi senden biliriz” dediler. Kırk gün Metris’te kaldıktan sonra çıktım; ama Koçero’dan yargılanmam iki buçuk sene daha sürdü.