Özgün düşünme, hiçbir şeyi hiçbir kimseyi referans almadan fikir üretme sürecidir. Ütopya da bir tür özgün düşünmedir. Gerçekleştirilmesinin imkânsız olması dolayısıyla özgünlükle farklılık gösterir.

Özgün düşüncelerden beklentilerimizin daha güncel olması, onu ütopyadan daha önemli kılmaktadır. Günümüzdeki değişik ve birbirine karşıt fikir bombardımanlarından herhangi birine kapılıp gitmemek için, özgünlük büyük önem taşımaktadır. Bu anlamda insanlarımızın farklı fikirleri analiz edebilmeleri ve kendi fikir dünyalarını oluşturabilmeleri gerekir. Oysa günümüzde durum çok vahimdir.

Bir sorunu çözmek için, bize bu güne kadar etki edenler- okuduklarımız, bize dayatılanlar, menfaatlerimizin gerekleri vb. gözetilmemelidir. Elbette onlar, bizim bu güne kadar ki fikir gelişimimizin temelini oluşturmuşlardır. Ancak, biz onları doğrusuyla eğrisiyle analiz etmiş ve yeni fikirler ortaya çıkarmışızdır. Bu yeni fikirlerimiz, x tarihinde yaşamış filozofun düşüncelerine, y tarihli kanunlara, z yazarına vb. dayanmıyorsa ve saçmalamadığımızın farkındaysak, özgün düşündüğümüzü varsayabiliriz.

A fikrinin savunucusu, ‘fi tarihindeki kanunlar boşuna mı yazıldı? Bu kanunlara uymayanların başı ezilmeli. Bakın bu kanunun T maddesi ne diyor?’ mantığıyla yola çıkınca, fi tarihine geri dönülmüş olmuyor mu? Oysa ‘ fi tarihinde böyle diyor, ama…’ deyip günümüze dönülmesi gerekmez mi? Yaşadığımız günlerin sorunlarını, fi tarihli kanunlarla çözemeyiz. Sorun, çoğunlukla, ’ Bu böyle yazıldı, doğrudur’ mantığıyla; teslimiyetçi bir ruhla, alternatifsizce kabullenmekten ileri gelmektedir

Bizler hep babalarımızın ölçüleriyle hayatı kavramış olsaydık; zencileri insandan saymaz, dünya’yı öküzün sırtında, terbiyeyi dayak, eğitimi kuru bilgi vb. bir dünya görüşüne sahip olurduk.

Birileri bir gün zencilerin insan olduğunu savunduğunda, bu herkesin bildiği halde söylemediği veya söyleyemediği bir gerçekti.

Dünyanın öküzün ve hatta öküz ile balığın sırtında olduğunu ilk söyleyen, acaba bir geri zekâlı mıydı? Yoksa bunu somut biçimde algılayıp, günümüze kadar aktaranlar mı geri? Ya da hala bunu anlamayanlar mı?

200-250 yıl öncesine kadar dünya tamamen öküz ile balığın sırtında değil miydi? O günkü hayatı bir cümleyle özetleyen bir kişinin, özgün düşünmediğini söylememiz mümkün mü?

Özgün düşünce, tespitte bulunmayı da kapsar. Bunun için cesareti de kullanır. Terbiyenin dayakla sağlandığı bir çağda; ‘dayağın görünürde terbiyeyi hatta disiplini sağladığı, oysa insanları hırçınlaştırıp, duygu ve düşünceleri sadece bastırdığını, dayaksız ortama çıkıldığında terbiyenin ve disiplinin sağlanamadığı görülür’ diyebilmektir, özgünlük.

Bizim toplumsal sorunlarımızın temelinde, özgün fikirler üretemeyişimizden kaynaklı sorunlar bulunmaktadır. Sorun toplumsal olup zamanında çözüme kavuşturulamayınca, karmaşık hale gelmekte gecikmez. Çözüm süreçlerinde hep başkaları referans alınıp; onun bunun fikirlerinin ateşli savunucuları haline gelinince, çokça kafa yarar, kol kırarız. Nerede aklımız, fikrimiz, kişiliğimiz, özgü benliğimiz, beynimiz…

Yüzyıllarca hep aynı aldatılmışlığı duya duya hala ders alamadığımız; futbol takımı taraftarlığı fikir savunurluğumuz, bizi yüzyıllar ötesinde kementleyip tutuvermiş. Neden?

Dünya artık o kadar çabuk değişiyor ki; geçmişin en fazla 5-10 yılıyla sınırlı referanslara itibar edebiliyoruz. Çok duymaya başladık: ‘a’ konusunda bugüne kadar bütün bildiklerinizi unutun. Araştırmalar gösteriyor ki, ‘a’ bildiklerimiz aslında ‘b ‘ imiş. Öyleyse başkalarının ağzıyla konuşmanın, günü geldiğinde bizi yalancı çıkaracağını da hesaba katmalıyız.

‘Dediğim dedik, çaldığım düdük’ mantığıyla da sadece özgün bir inada varılacağını unutmamalıyız.

Geçmişte, otoriter güçlerce dayatılan hiçbir uygulamayı aynen savunmak, özgün düşünen bir bireyin zihniyetiyle uyuşmaz. Özgün düşünmenin bir gereği olarak günümüz şartları hesaba katılmalıdır.

Aptal kutusunu her izleyişimde, x’ten yana olanların x’i her konuşmasında alkışladığını, y’nin konuşmasını doğru da olsa alkışlamadığını, kendi aptallık süremce izler ve kahrolurum. Doğrunun herkes için doğru olduğunun ne zaman kavrayacağımızı artık kestiremiyorum.

‘İki, artı iki, eşittir dört’ önermesini öğrettiğimiz insanlara ‘ iki, iki daha dört eder’ ifadesini söyletemediğimiz sürece, sürer gider debelenme çağımız.

Gerçek mi, masal mı hiç mi hiç bilmediğim bir şey: Üç gün boyunca tuz yedirilip, su içirilmeyen koyun sürüsünü, içli kaval melodileriyle ırmaktan karşıya su içmelerini unutturarak geçiren çoban, büyük bir servetle ödüllendirilmiş.