Çevreciliğin genellikle ''ekolojizm'' ile eşanlamlı olarak kullanıldığını görmekteyiz... Bu konuda telaffuz edilen bir diğer kavram olan ''yeşil siyaset'' terimi ise her iki eğilimi ifade etmek için kullanılmaktadır. Çevrecilik akımının temel tezi, toplumsal siyasal hayatı mümkün kılan doğal dünyanın, insanlar ve insanların faaliyetleri sonucunda zarara uğradığı, yani tahrip olduğu şeklindedir. Biyolojinin bir alt dalı olarak gelişen ekoloji bilimi, doğadaki tüm canlıların hayatlarını sürdürmelerini mümkün kılan, kendi kendini düzenleyen, üreten bir doğal mekanizmanın varlığını kabul etmektedir. İşte bilim insanlarına göre ekolojizm, bu mekanizmanın insan müdahalesiyle bozulduğu varsayımı üzerinden şekillendiği ifade edilmekte olup, dünyanın böyle devam edemeyeceği vurgulanmaktadır.

Konunun detayına girdiğimizde çevrecilik denilen geniş ekolojik çerçeve içinde iki farklı eğilimden bahsedebiliriz. Birinci eğilim, meseleyi teknik bir sorun olarak ele alır. Çevreyi korumak için, hem çevre duyarlılığının artırılması hem de çevreyi kirleten faaliyetlerin azaltılması ve çevre sorunlarının kaynağında kapitalist sistemin teşvik ettiği ve kapitalizmin doğası gereği bitmek bilmez üretim ve tüketim çılgınlığının yattığını söyler. Konunun bu bölümünü yazının ilerleyen kısmında daha detaylı ele alacağımızı belirterek, çevrecilik meselesine liberal cepheden bakan çevrecilerin ise, çevreyi kirletmenin maliyetinin artırılması ilkesine dayalı serbest piyasa çözümlerini önerdiklerini belirtmekle yetinelim.

Meselenin teknik boyutunu öne çıkaranları, 'gölge'' ekolojist olmakla suçlayan ve ''derin ekoloji'' de denilen akım ise çok daha radikal ve kapsamlı bir dönüşümün peşindedir. Bu akıma göre, son iki yüzyıldır bütün ideolojiler insan merkezli olmuşlardır. Bu, insanın bütün dünyanın merkezi ve efendisi olduğu ve bütün doğal yaşamın da (bütün tabiatın ve hayvanların) insana hizmet etmek için var olduğu anlayışıdır. Derin ekolojistlere göre bu anlayış toptan reddedilip ekosantrik ya da doğa merkezli bir toplumsal siyasal örgütlenmeye gidilmedikçe problem hiçbir zaman çözülmeyecektir. Kısacası, derin ekolojist dediğimiz akımların ortak noktası sürekli daha fazla tüketimi teşvik eden kapitalist iktisadi düzenin reddedilmesi ya da zararlı olduğuna inanılan yönleri kontrol altında tutacak bir otorite tarafından denetlenmelidir. Örneğin ekososyalistler, klasik sosyalist geleneğin üretimin artırılması hedefinden vazgeçilmesi gerektiğini belirterek doğa merkezli bir sosyalist anlayışı önermektedir. Ekofenimistler ise kapitalizmle beraber ''patriyarki'' nin de (ataerkillik) reddedilmesi gerektiğini belirtir. Bunların dışında, ilk ikisi kadar güçlü olmasa da sanayi kapitalizmi ile büyük şehir yaşamını reddeden basit, kırsal hayat ile cemaatçi bir toplumsal yapılanmaya dönüşü arzu eden dinsel renkleri içinde taşıyan ''ekomuhafazakar'' bir çizginin de bu konuda söz aldığı görülmektedir.

Asıl Sorumlu Kapitalizmdir

Yukarıda ekolojik yıkımın asıl sorumlusunun kapitalist sistem olduğundan söz etmiştik. Gerçekten kapitalizm sınırsız büyüme eğilimine ve dinamiğine dayalı işleyişe sahip bir sistemdir. Ancak içinde yaşadığımız gezegenin kaynakları sınırlı, sonlu... Bu yüzden söz konusu sistemin eşiği aşıldığında kendini yeniden üretebilmesinin şartları ortadan kalkmaktadır. Bu konuda bir İngiliz İktisatçı ve şair Kenneth E. Boulding '' sınırlı bir dünyada sınırsız büyümenin mümkün olduğuna inanan, deli değilse iktisatçıdır'' demiştir.

Kapitalizm bir sömürü metabolizması mottosu ile işlemektedir. Yani sömürü kapitalizmin kaynağı olduğu gibi devamının da asıl dayanağıdır. Bir şey üretmek demek doğadan bir şey almak, çekmek demektir. Üretim ve tüketim sürecinde doğanın kirletilmesi kaçınılmazdır. Dolayısıyla insanlığın üretim, tüketim ve yaşam aktivitesi, doğanın kendini yeniden üretme yeteneğini dikkate alması gerekmektedir. Zira insanların üretim etkinliği bir toplum - doğa canlılığına dayanmaktadır.

Oysa kapitalizmin mantığı ve işleyişi doğası gereği, böyle bir anlayışa izin vermemektedir. Kapitalist sistemin var olabilmesi için, her seferinde daha çok üretmesi gerekmektedir. Bir kapitaliste göre, daha çok üretim, daha çok tüketim daha çok kar demektir. Yani sürekli büyüme en önemli hedeftir. Büyüme veya çok olma çelişkisi, beraberinde aşırı kaynak kullanımını zorunlu hale getirir. Burada üretim ve tüketim etkinliğinin neden olduğu doğadaki kirlenme kapitalist tarafından asla dikkate alınmaz. Yani bu süreçte (üretim ve tüketim) ortaya çıkan zararlar doğaya ve topluma fatura edilmektedir. Bir kapitalist veya kapitalist işletme, herhangi bir şey ürettiğinde, üretimin doğal çevreye ve insanlara verdiği zararları hiç düşünmez. Aksi halde kar azalır. O yüzdendir ki, burjuva ekonomistleri üretim sürecinde doğaya verilen zararların dikkate alınmamasına ''dışsal ekonomiler'' demektedirler. Açıkçası, işin bu yanı kapitalist patronları ilgilendirmez demektir. İnsanların içtiği su, yedikleri, soluduğu hava kirlenirken kapitalistlerin karları büyümeye devam etmektedir. Öte ayandan burjuva politikacıları , sömürü düzeninin akıl hocaları, konunun büyük, isminin önünde prof. unvanlı uzmanları, ekonomik büyümenin insanlık için nasıl refah ve mutluluk demek olduğunu anlata anlata bitiremiyorlar. Öyle ya, onlar bunu yapmazsa '' ideolojik uşaklık'' sözleşmeleri iptal edilir.

Kapitalizm her seferinde daha çok üretmeye mahkum bir sistem olmakla beraber, ürettiği şeylerin çoğu da zararlı şeylerdir. Kısacası üretimin asli amacının kar ve her seferinde daha çok kar olduğu bir sistemin insanlığın ihtiyaçlarıyla uyumlu olması kabul edilebilir değildir. Bir şey üretmek, doğal kaynak, enerji ve emek kullanmakla mümkündür. Daha çok üretmenin öteki adı yağma ve talandır... Gereksiz ve zararlı şeylerin satışı için de yüz milyarlarca dolar değerinde reklam harcaması yapılıyor. Daha çok satmak için ''bilerek ve isteyerek'' çürük veya dayanıksız mallar üretiliyor ve bunu da utanmadan kapitalizmin sözcüleri ''programlanmış eskitme'' diyorlar. Örneğin yakın çevrede yetiştirilebilecek bir gıda maddesi on bin kilometre uzaklıktaki başka bir ülkeden ithal ediliyor. Söz konusu gıda maddesinin yarısı sofraya gelene kadar ya çürüyor ya da yollarda israf oluyor. Devletler silahlanmak için devasa kaynak harcıyor. İnsanları ve diğer tüm canlılarıyla doğal çevre (ekolojik denge) için tam bir yıkım ve yok etme aracı olan ''büyük projeler'', havaalanları, devasa barajlar, otoyollar, termik ve nükleer santraller, devasa AVM'ler, 50 - 60 katlı enerji yutucu dev kuleler inşa ediliyor. İnsan yaşamında hiç de acil ihtiyaç maddesi olmayan birkaç ton altın madeni veya lüks otel - konut için tabiatın akciğerleri dediğimiz ormanlar kesilerek veya yakılmak suretiyle yok ediliyor. Bütün bunlara da ''çılgın projeler'' deniyor, kalkınmanın, ilerlemenin, refahın sembolü olarak sunulabiliyor.

''İklim krizi'' de denilen atmosferin ısınması, aşırı fosil yakıt üretiminin ve tüketiminin sonucu olduğu bilinen bir gerçektir. O halde küresel ısınmayı durdurmak ve fosil enerji kaynaklarının (petrol, doğalgaz, kömür) en azından %80'inin toprağın altında kalması gerektiği uzmanlarca dillendirilmektedir. Böyle bir şey başarılabilirse kapitalizm tarihinde şahit olunmayan finansal ve ekonomik kriz patlar, onu politik kriz izler ve kapitalist sistemin çöküşü daha da hızlanır...

Çözüm Sosyalizmdedir

Neden çözüm sosyalizmdedir?

Çünkü sosyalizmin temel özelliklerinden biri, ulusal ekonominin planlı ve toplumun ihtiyaçlarını gözetecek şekilde düzenlenmesidir. Kapitalist üretimin plansız, anarşik karakterinin doğurduğu büyük ekonomik krizler, kapitalistlerin en yüksek karı elde etmek istemesinin sonucu olan yoksulluk ve işsizlik gibi sorunlar sosyalizmde oluşmaz. Üretim ve dağıtım, toplumun ihtiyaçları gözetilerek merkezi planlarla şekillenir.

Kapitalizmde üretim araçlarının sahibi olan kapitalistler, en yüksek karı elde etmek için birbirleriyle rekabet halindedirler. İktisadi yapıdaki rekabetçilik, toplumun yaşamına da dolaylı olarak yansır ve toplumun asıl karakteri haline gelmeye başlar. Bireycilik, kendini düşünme, başkalarının üzerine basarak yükselme isteği yaygınlaşır. Sınıf atlama isteğinden, işini kaybetme korkusuyla yanındaki işçiyi rakip olarak görmeye kadar birçok eğilim güçlenir. Burjuvazinin ideologları bu rekabetin üretimi artırdığını iddia ederler. Oysa böylesi bir rekabet insan karakteri üzerinde ancak yıkıcı bir etkiye sahip olabilir.

Sosyalizmde ise rekabetin yerini dayanışma ve kolektivizm alır. Üretimin kapitalist sınıfı zenginleştirmek için değil, toplumun ihtiyaçlarını en iyi şekilde karşılamak için yapıldığı sosyalizmde işçi ve emekçiler, çalışmayı toplumsal bir görev olarak görürler. Toplumun ve dolayısıyla kendilerinin refahını arttırmak için işlerini en iyi şekilde yapma bilinci ve ahlaki içinde çalışırlar. İşçiler yeni teknikler öğrenmeye kapitalist toplumda olmadığı kadar istek duyarlar, emek üretkenliğini arttırmak için çabalarlar. Sosyalist devlet de işçi ve emekçilerin bu isteklerine yanıt verir. Çalışma koşulları iyileşen emekçiler kendilerini çok yönlü geliştirmek için gerekli zaman ve parayı sosyalizmde bulmaları sorun olmaz. Eğitimin tüm halk için kolay ve ulaşılabilir olması ve bilimsel niteliği, emekçilerin çok yönlü mesleki gelişimini sağlaması, emeği kalifiye hale getirdiği gibi, onlara içinde yaşadığı çevre ve insan yaşamındaki diğer tüm sorunlara karşı daha duyarlı kişisel karakteri kazandırır.

Sosyalist ekonominin kuruluşunun temeli, belli başlı üretim araçlarının sosyalist ulusallaştırılmasıdır. Peki bu ne demektir? Üretim araçları, işçi sınıfının iktidarda olduğu sosyalist devlet tarafından temsil edilen halkın ortak mülkiyeti haline gelir. Böylece kapitalizmdeki özel mülkiyete dayanan insanın insan tarafından sömürülmesi ortadan kaldırılır ve sosyalist ekonominin ''herkesten yeteneğine göre, herkese emeği kadar'' ilkesi geçerli hale gelir. Kapitalizmde emekçiler üretim için var iken, sosyalizmde üretim emekçiler için vardır.

Uzun sözün kısası radikal olarak kapitalizmi sorun etmeyen, kapitalizmi sistem olarak aşma perspektifine sahip olmayan ekolojik mücadelenin bir kıymetinin olmayacağını belirtmeliyiz. Çünkü kapitalizmin sınırları içinde ekolojik yıkımı durdurmak mümkün değildir. Yani bir sorunun asıl nedenlerini yok sayarak, o sorunu çözmek mümkün değildir. Daha önceleri kapitalizmin bir adı da ''yaratıcı yıkıcılıktı''. Ancak şimdilerde yıkıcılık yaratıcılığın önüne geçtiği için kapitalizmi tanımlamak için '' yıkıcı- yıkıcılık'' demek sanırım çok daha doğru tanımlama olur.

Her durumda, şu veya bu şekilde 21. yüzyılın insanlık ve uygarlık tarihinde bir dönüm noktası olacağı kesin gibi görünüyor. Ücretli kölelik sistemi olan kapitalist sistem yıkıcı, yok edici tırmanışını sürdürürse, kendi kendini yıkıcılığı durdurulamaz ise, hayal bile edilemeyecek bir vahşet ve barbarlık ortamına sürüklenmenin kaçınılmaz olacağını ifade etmek hiç de abartı değildir. İşte bu yüzden insanlığın, uygarlığın bir geleceği düşünülüyorsa, bu ancak evrensel olarak işçi sınıfı önderliğinde tüm ezilenlerin evrensel boyuttaki mücadelelerinin eseriyle olacaktır... Radikal bir devrimle ve üstelik vakitlice burjuva egemenliğine son vermek de, işçi sınıfının kendinde o gücü bulmasıyla, etkin bir aktör olarak sahnedeki yerini almasıyla mümkün olabilir... Bunun için de, kapitalizmin asla reforme edilebilir, ehlileştirilebilir olamadığını, kapitalizmin sınırlarında bir gelecek olmadığının kabul edilmesi gerekmektedir.

Görüldüğü gibi, çevrecilik veya çevre için mücadelenin toplumsal mücadele sürecinde önemli, vazgeçilmez bir önem arz ettiği ortadadır. Çevre sorunlarının asıl kaynağının, içinde yaşadığımız kapitalist sistemin bizzat kendisi olduğu gerçeği de kapitalizme karşı mücadelenin insani yaşam mücadelesinde su kadar, ekmek kadar elzem olduğu bir hakikattir.