Türkiye karşıtlıklar ülkesi. Farklılıklar, dışlanmışlıklar ve ayrılıkları aynı potada buluşturabiliyoruz. Aynı anda hem cüretkâr hem de sıradan olabiliyoruz. Cumhurbaşkanı sözcüsü İbrahim Kalın, “Şimdiye kadar yeterince sabırlı davrandık. İlişkileri kurtarmak hala mümkün” açıklamasında bulundu. Bahçeli ise “ABD, Pensilvanya’daki haini verirse, takas imkânı doğar” şeklinde lütufta bulundu. Bu özgüveni çözmek için psikanalitik analizler elzem, bu konuyu bu alanın uzmanlarına bırakıyorum. ABD Dışişleri Bakanlığı eski müsteşar yardımcısı Amanda Sloat’ın, iki ülke arasında tırmanan gerilime ilişkin olarak “ABD Türkiye üzerindeki ekonomik baskıyı arttıracak” yorumunda bulunması, düşlerle gerçekler arasındaki uçuruma işaret ediyor.

Hatırlarsak daha bir iki sene öncesinde bir Rus jetini düşürdük. Dönemin başbakanı Davutoğlu “emri ben verdim” diyerek cesur eylemi üstlendi. Bir anda Recep Tayyip Erdoğan Moskof’u dize getiren Osmanlı sultanı olarak görülmeye başladı. Tabii önemli ölçüde havuz medyasının baskın telkinleri ile halkımız bunu böyle benimsedi kısa bir süre içerisinde. Fakat turizm tek kelimeyle çöktü. Milyonlarca Rus turist kendi devlet başkanlarının yasaklaması ve yönlendirmesi ile bize benzeyen başka ülkelere yöneldi. Hatta yerleşik Ruslar bile dönmeye başladı. Ancak sonunda çok geçmeden bir yerde sıkıştık, tüm kısıtlamaları kaldırdık, taviz üstüne taviz vermeye başladık ve gayet rezil bir özür mektubu eşliğinde ilişkilerin eskisine dönmesini rica ettik. Aniden tekrar kadim dostumuz haline gelen Putin görünürde yumuşamış gibiydi ama turizmden tarıma kadar koyduğu kısıtlama ve yaptırımları her görüşmede gıdım gıdım kaldırdı, adeta canımıza okudu. Vizeler halen kaldırılmadı ve bu duruma çoktan alıştık...

Türk asıllı Die Welt muhabiri Deniz Yücel için Erdoğan defalarca “ajan ve terörist” ifadelerini ve tanımlamalarını kullandı. Türkiye’nin bir “hukuk devleti” olduğu vurgulandı. Yücel’i isteyen Alman yetkili makamları “faşist” olmakla suçlandı. Alman bankalarının kredileri kesmesi veya kısması tehdidi karşısında ise, Yücel bir anda serbest kaldı. Tahliye edildi ve elini kolunu sallaya sallaya Almanya’ya döndü. Geçen günlerde Türkiye hakkında şu ironi dolu yorumda bulundu: “Bugünün Türkiye’si, başkalarının şantajına maruz kalan bir devlet değil, başka ülkelerin vatandaşlarını rehin alarak onlara şantaj yapmaya çalışan bir çete devletidir…”

Lafın kısası, ABD ve Rusya gibi dünyanın büyük güçlerine karşı meydan okursanız, eninde sonunda taviz verirsiniz ve karşı taraf tavize tavizle karşılık vermek lüzumunu duymaz. Bir gün siyasal ve ekonomik baskı gücüne sahip olursak, gerçekten büyük bir devlet oluruz. Ama şu an sadece “öyleymiş gibi” davranmakla yetiniyoruz. Dünyayı her konuda yöneten ve yönlendiren, en büyük süper güç ve çoktan gelişmiş ülke ABD’nin yıllık büyümesi %4,1’e ulaştı bile. Yakın gelecekte dünyanın ilk 10 ülkesi arasına girmeyi hedefleyen (daha doğrusu ‘hayal eden’) gelişmekte olan ülke Türkiye’nin yıllık büyümesi ise 2018 ve 2019 yıllarında yine %4-5 bandında tahmin ediliyor. İlkokul seviyesindeki basit bir matematik hesabıyla, olabilecek ile olamayacak olan kolayca anlaşılıyor aslında.

Tuhaflıklarımız anlatmakla da yaşamakla da bitmiyor. Daha dün Cumhuriyet gazetesi karikatüristi Musa Kart ETS Turizme telefon edip tatil rezervasyonu yaptırdı diye dokuz ay hapis yatmıştı. Bunun gerekçesi ETS turizmin feto’dan soruşturuluyor olmasıydı. Bugün ise aynı ETS Turizmin sahibi Türk usulü Başkanlık sisteminin ilk Turizm Bakanı (Sekreteri) yapılıyor. Türkiye gerçekten olağanüstü düzeyde garip bir ülke...

Yapılan sosyolojik araştırmalar, gelişmiş ülkelerdeki ekonomik durumun vatandaşların demokratik seçimlerdeki tercihlerini önemli ölçüde etkilediğini ve değiştirebildiğini gösteriyor. Türkiye’de son yapılan anketlerde, ülkede yaşayan insanların halen %50-60 kadar ekonomik durumdan hiç rahatsız değil, aksine memnun. Türkiye, İran ve Venezüella gibi ülkelerde bu böyledir, ekonomik durum ve sömürü, politik tercihi pek de değiştirmez. Zira halk daha ziyade liderin gücünü beğenir ve yeterli görür.

Yeni dönemin popülist ve otokrat liderleri, seçilmeleri sonrasındaki her edimlerini ve icraatlarını “millet öyle istiyor” diyerek meşrulaştırırlar. İşin garibi, bunu dedikçe millet de inanır ve gerçekten de dayatılan tüm değişiklik ve uygulamaların kendi öz arzu ve iradeleri olduğu sanrısına kapılırlar. Washington Post’tan Greg Sergent “Trump’ın narsisizmi ve megalomanisi çeşitli yönlerden demokrasimizi tahrip ediyor” diyor. Peki, biz ne zaman özeleştiriye başlayacağız kendi içimizde?