“İyileşecek yaraları olduğu sürece, geçmiş bugün olarak kalır” diyor Fons Rademakers, 1989 yapımı “The Rose Garden” filminde. Tam da bu sebeple atlatamıyoruz ya büyük travmaları, dönüp dönüp o zaman dilimine bir daha gidiyoruz. Tekrar tekrar yaşıyoruz her şeyi, yeni baştan. Hangimizin iyileşmeyi bekleyen yarası yok ki! Veya yara almadığımız hangi yanımız kaldı!

Etnisitemiz, inancımız, sınıfımız, cinsiyetimiz ya da cinsel yönelimimiz... Kendimizi ait veya mesafeli hissettiğimiz pek çok kimlik... Yıllardır birlikte yaşayıp ağrıdığı zaman varlığını fark ettiğimiz apandisitimiz gibi... Ne zaman bir tahakküm ilişkisi içinde ezilse bir yanımız, kalbimiz orada atıyor tıpkı ağrıyan yerimiz gibi. Hangisi maruz kalmışsa bir zorbalığa, “o” oluyoruz en çok. Çünkü biliyoruz; sarılmaz ve mücadele etmezsek dinmeyecek o derin sızı. Kadın kimliğimi sahiplenmediğim sürece şiddet görmeye ve öldürülmeye; sınıf farkındalığım yoksa ezilmeye ve sömürülmeye devam edeceğim... Egemen bir kültürün olduğu yerde etnik kimliğimi sahiplenmedikçe ana dilim zamanın derinliklerinde yitip gidecek, biriktirdiğim bütün değerler gibi...

SOYKIRIM TANINSIN!

Çerkesler de diğer bütün halklar gibi hepsinden biraz, hepsinden az az ama bugün en çok Çerkesler. Çünkü bugün 21 Mayıs ve Çerkes halkının sistematik soykırıma ve sürgüne maruz bırakılmasının 156. yıl dönümü. Bugün, Çerkeslerin dünyanın dört bir yanına dağılmaya başlamasının, sürgün edildiği diasporalarda dahi defalarca kez sürgüne ve kıyıma uğramasının müsebbibi bir zamanın yıl dönümü... Unutursak yok olacağız, unutursak insanlık biraz daha eksilecek, unutursak iyileşmeyecek yaralarımız. Çünkü hesaplaşmak istiyoruz bizi böyle acıtan her şeyle. Yaralarımız iyileşmemişse eğer, üzerinden binyıl da geçse hesaplaşmak... Burada hesaplaşmaktan kasıt illa ki bir bedel ödetmek değil elbette. Tarihte yaşanmış bu acı gerçeğin reddinin önüne geçmek, yok sayılmasına mani olmak, geçmişle yüzleşilmesini istemek... Bu sebeple, başta Rusya olmak üzere, bugün dünyada Çerkeslerin yaşadığı ülkeler arasında başı çeken Türkiye’de, Çerkes soykırımının tanımasını istiyoruz.

Epigenetik alanında yapılan bazı araştırmalar, acıların kuşaklar boyu geçerek genlerle aktarıldığından bahsediyor. Bu araştırmalara göre; soykırımdan sonra hayatta kalabilen kişiler, yaşadıkları travmanın sıkıntılarını çocuklarına da aktarabiliyor. 156 yıldır eksile eksile bugüne gelmiş bir halk; Çerkesler. 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra anavatanları Kafkasya’dan Osmanlı’ya, Balkanlara, Suriye’ye, Ürdün’e, İsrail’e sürülmüş, sonrasında iç sürgünlere tabi tutulmuş, gerek sürgünden önce gerekse sürgün esnasında ve sonrasında milyonlarcası ölmüş/öldürülmüş bir halk... Ve bugün doğrusuyla/yanlışıyla geçmişine ve kimliğine sahip çıkmanın mücadelesini veren, sesini dünyaya duyurmaya çalışan bir halk...

HAKLARINI TALEP ETMEDİKÇE KARDEŞ!

Önce Osmanlı sonra Türkiye Cumhuriyeti’nde, bir halkı “Çerkes kızı”, “Çerkes tavuğu”, “hain Çerkes Ethem” klişelerine hapseden politikalar sonucu bugün dilleri ve kültürleri yok olma tehlikesi ile karşı karşıyadır. Bilhassa Cumhuriyetten sonraki süreç, Anadolu’nun diğer halkları gibi Çerkesler için de baskının ve asimilasyonun hız kazandığı dönem olmuştur. Ana dillerini konuşmaları ve Çerkesçe isimler kullanmaları yasaklanmış, dernekleri ve oluşumları kapatılmış, süreli yayınlarına son verildiği gibi bu yayınların editörleri ve yazarları hakkında da hapis cezaları verilmiştir. Uzunca bir süre Çerkes kimliği reddedilmiş, Çerkesler “Kafkas Türkleri” olarak lanse edilmiştir. Ancak daha sonraları, ne dili ne de kültürleri kendilerine hiç benzemeyen bu “tuhaf” halkın Türk olmadıklarına “ikna olmuş” ve “Kürtler gibi hain ve bölücü” olmadıkları için Çerkesleri takdir etmeye başlamışlardır. Fakat mevzu Çerkes Ethem’e geldiğinde durup düşünmeleri gerekmiş, her an “ihanet” içinde olabilecekleri ihtimali, bir teyakkuz halini elden bıraktırmamıştır.

2000’lerden itibaren hem kurulan dernekler ve oluşumlar aracılığıyla hem de iletişim ve ulaşım teknolojilerinin gelişimiyle birlikte Çerkes aktivizmi de hareketlilik kazandı. Bilhassa gençler, çeşitli platformlar ve inisiyatifler aracılığıyla Çerkes halkının yaşadığı sorunları dile getirmeye, tarihte yaşanan sürgün ve soykırımı uluslararası platformlarda gündem yapmaya başlamışlardır. Bunların yanı sıra elbette resmi tarihte Çerkeslerin ele alınış biçimlerine de yüksek sesle itirazlar edildi, akademide ve yazın dünyasında yer alan Çerkesler tarafından gazeteler, dergiler, kitaplar yayımlanmaya başlandı. Diğer taraftan Kuzey Kafkasya’ya gidip gelen ve oraya yerleşenlerle birlikte ana vatanla bağlar da yeniden kuruldu.

Çerkesler, ana dilde eğitim ve yayın taleplerinin ortaya çıkmaya başladığı dönemlerde, gerek medya gerekse akademilerde yer alan bazı isimlerce “Kürtler gibi ihanet içinde olmak”la suçlandılar. Yani sevilen(!) bu küçük kardeş, mahalledeki kötü çocuklardan etkilenmiş ve yaramazlık yapmaya başlamıştı. Oysa hiçbir şeye itiraz etmeden ya da hiçbir hak talep etmeden uslu uslu oturması gerekiyordu köşesinde. Çünkü öyle ya Türkler kucak açmıştı Çerkeslere ve bugün yaşıyorlarsa onlar sayesindeydi, üstelik “İnsan yediği kaba pislemez”di de. Böylece özgürlükleri ve var olma mücadeleleri, bugüne kadar yapmış oldukları katkılar yok sayılarak bir minnet duygusu içine hapsedilmek isteniyordu.

DİLLERİ VE KÜLTÜRLERİ YOK OLMA TEHLİKESİ İLE KARŞI KARŞIYA BİR HALK ÇERKESLER…

Çerkesler, hem savaşçı özellik taşımalarından hem de başkaca pek çok sebepten gerek Osmanlı döneminde orduda ve Teşkilat-ı Mahsusa’da, gerekse cumhuriyet döneminde TSK’de ve MİT’te kayda değer sayıda varlık gösterdiler. Bu durum elbette hem onların hem de yakınlarının devletle kurulan ilişkilerini de şekillendirdi. Devlete “bir daha” ihanet etmeyeceklerini kanıtlamak için üstün bir performans göstermeleri gerekiyordu ve kendilerini tanımlama/gösterme biçimleri de resmi ideolojinin izin verdiği ölçüde gerçekleşti. Kendisini bu çerçeveye yerleştirenler için, pek çok kurumda Çerkeslerin de varlık göstermesi “Ayrımcılığa uğramadık biz”in kanıtı olarak sunuldu. Ancak bugün, resmi ideolojiye yakın ya da uzak, bütün Çerkesler için kaygı verici bir durum ortadadır. Gerek uzun yıllardır uygulanan asimilasyon politikalarının gerekse kentleşmenin sonucu olarak dilleri ve kültürleri yok olma tehlikesi ile karşı karşıyadır.  

Bir halkın ulusal ve kültürel varlığını sürdürebilmesi için bir başka halktan “İzin istemesi” kadar absürt bir durum yoktur aklı ve vicdanı olanlar için. Ancak tarih 2020 olmuş ve bizler hâlâ halkların sahip olması gereken en temel hakların mücadelesini veriyoruz. Bazı Türk kardeşlerimiz rahatsız olmazlarsa eğer ana dilde eğitim istiyoruz çünkü yeni nesil artık dilini konuşamıyor. Ve yine bazı Türk kardeşlerimiz “Defolun Kafkasya’ya” demeyecekse ana dilde yayın yapmak ve ulusal/kültürel kimliğimizin korunması ve gelişimi için gerekli olanakların yaratılmasını istiyoruz. Bitirirken şunu söylemekte de fayda var; kim ne derse desin ya da nasıl değerlendirirse değerlendirsin, her şeye rağmen elinde kalanı kaybetmemenin mücadelesini vermeye çalışan bir kesim var. Bu kesim ana dilini bilmese de çocuklarını ana dilini öğrenmesi için derneklere gönderen, köyü ile yeniden bağ kurmaya,  halkı için kafa yormaya çalışan, yazan/çizen ve seslerini dünyaya duyurmaya gayret gösteren bir kesim. Onların mücadelesinin gelecek nesillere ışık tutması umuduyla: Worepseuv Adige lephgım yıriygagoc zaveniga! (Yaşasın Çerkes halkının özgürlük mücadelesi!)

NE OLMUŞTU?

Yüzyıl süren (1763-1864) Rus- Kafkas savaşlarında Kafkas halklarına boyun eğdiremeyen Çarlık, bu halkların ya İmparatorluğun başka bölgelerine ya da Osmanlı topraklarına sürgün edilmesine karar verdi. Bu doğrultuda sistemli bir şekilde uygulanan saldırı ve baskılar sonucu köyler yakıldı, yıkıldı ve yüz binlerce insan katledildi. Ülkelerinin işgal edilmesinden sonra Çerkesler yabancı topraklara kitlesel olarak sürgün edildi. 1.5 milyondan fazla insan (o günkü nüfusun yüzde 90’ı) ana yurdundan koparıldı. Nüfusun üçte biri sürgün yollarında ve yeni yerleşim yerlerinde hastalık ve açlıktan hayatını kaybetti. Çerkesler bu trajediye “soykırım ve sürgün” diyor ve her yıl 21 Mayıs günü anma etkinlikleri düzenliyor. Tüm dünyada tarihçilerin ve siyaset bilimcilerin büyük çoğunluğu da bu trajediyi “soykırım” olarak tanımlıyor. Ana yurdundan sürgün edilen Çerkeslerin sayısı konusunda kesin bir sayı vermek zor. Osmanlı topraklarına sürgün edilen Çerkeslerin sayısının 500 bin ile 2 milyon arasında olduğu tahmin ediliyor. Güvenilir arşiv kaynaklarına dayanan çalışmalara göre bu sayı 1.5 milyon kişi. Ancak bu nüfusun yaklaşık üçte biri yollarda ve yerleştirildikleri bölgelerde, hastalık, açlık ve kötü yaşam koşulları nedenleri ile hayatını kaybetti. Bu nedenle Osmanlı topraklarında kendilerine yeni bir yaşam kurabilen insanların sayısının yaklaşık 1 milyon kişi olduğu tahmin ediliyor. 

Kaynak: Hatice Yılmaz/Evrensel