Her ne kadar şu sıralar püriten sinema çevrelerinin tepkilerini üzerinde topluyor olsa da, "online yayın platformları" son birkaç yıl içinde film ve dizi izleme etkinliğini radikal biçimde değiştirmeyi başardı denebilir. Bunlar arasında en hızlı büyüyen ve popülaritesini en hızlı artıran da hiç kuşkusuz "streaming media" devi Netflix. (Bu satırları yazdığım sırada Berlin film festivalinde küçük bir grup tarafından protesto edildiklerinin haberi The Indepent tarafından duyuruluyor ama aynı sıralarda istatistikler de sosyal medyada adı en çok anılan firmalardan biri olduğunu gösteriyordu.) Eğlence sektörüne yalnızca yayın ve dağıtım platformu olarak katılmakla yetinmeyip yapımcılığa da soyunan Netflix, kendi adına ürettiği film ve dizilerle gerçekten eşine ender rastlanan bir çıkış yakalamış durumda. Sözgelimi bir Netflix yapımı olan "Roma", Oscar'ın en güçlü adaylarından biri olarak görülüyor. Bir İspanyol projesi olan ve ilk iki bölümün ardından Netflix tarafından satın alınan "La Casa De Papel" ise, dünyanın birçok ülkesinde kendi tutkunlarını yaratmış durumda. Bugüne dek ulusal ve uluslararası düzeyde çok sayıda ödül kazanıp, birçoğuna da değişik dallarda aday gösterilen La Casa'nın bu yılın ortalarına doğru yayına gireceği açıklanan üçüncü sezonu, milyonlarca hayran tarafından sabırsızlıkla bekleniyor.

Senaryosunu Alex Pina'nın yazdığı; Ursula Corbero, Itziar Atuno, Alvaro Morte, Alba Flores ve Pedro Alonso gibi son dönemin flaş İspanyol oyuncularının başrollerini paylaştığı dizi, alışılmadık bir soygun hikâyesi üzerine kurulu. Satranç oynarcasına her bir hamlenin dikkatle belirlendiği derinlikli bir planla çağın en büyük soygununu tasarlayan son derece zeki bir adam ("Profesör" adıyla anılıyor) ve onun tarafından seçilip bir araya getirilmiş bir grup eski sabıkalı, Madrit'teki Kraliyet Darphanesini basıp içerideki 67 kişiyi rehin alıyorlar. Elbette hemen ardından İspanya içişleri bakanlığı alarma geçiyor ve darphane binasının çevresi özel harekat birlikleri tarafından kuşatılıp, bir acil durum masası oluşturuluyor. Bu andan itibaren, soyguncularla polisler ve istihbarat uzmanları arasında adım adım derinleşen bir gerilimi izliyoruz. İlk andan itibaren tüm bölümlerde tempoyu üst düzeyde tutan ve sürekli olarak izleyiciyi şaşırtan dizi, bir süre sonra sistemin bekçileri ile sistem dışı kalmış insanlar arasındaki uzlaşmaz çelişki eksenine yerleşiveriyor.

İzlemeyen kalmış mıdır bilmiyorum ama ben yine de spoiler vermemek adına, dizinin genel akışıyla ilgili kısa bir çerçeve çizmekle yetineceğim. Soygunun beyni Profesör tarafından seçilen elemanlar, planlanan tarihten beş ay önce Toledo'da gözlerden uzak bir malikaneye yerleşip, tüm bu süre boyunca nakış gibi işlenmiş planın tüm ayrıntıları ve karşılaşılabilecek her türlü durumla ilgili uzun bir eğitim alıyorlar. Bunca süre aynı evde, dışarıyla hiçbir iletişim kurmaksızın birlikte yaşayan bu insanlar, bu yakınlığa rağmen yine Profesör'ün isteği uyarınca birbirlerini gerçek adlarıyla değil, hep birlikte belirledikleri şehir adlarıyla tanıyorlar yalnızca: Berlin, Tokyo, Nairobi, Moskova, Oslo, Helsinki, Rio ve Denver. Hepsinin bildik "kader kurbanı" şablonlarından birine oturan, hüzünlü birer hayat hikâyesi var. Hayatlarının en büyük (ve muhtemelen "son") büyük işine girerken, kaybedecek hiçbir şeyleri olmaması gibi bir ortak noktayı paylaşıyor ve o güne dek yaşadıkları tüm sıkıntıların bedeli yerine geçecek bir kazanç elde etmenin hayalini kuruyorlar. "Yüzyılın soygunu", darphanedeki parayı alıp kaçmak değil, polisi oyalayarak günlerce içeride para bastıktan sonra görülmemiş bir servetle ortadan kaybolmak fikri üzerine kurulu; bunun için tüm ayrıntılar da Profesör tarafından hesaplanmış durumda.

Karşı cephede, yani içişleri bakanlığının operasyon ekibinde başrol, kendi gibi polis olan kocasından şiddet gördüğü ve aldatıldığı için boşanan, müfettiş Raquel'in. En büyük desteği de, yardımcısı (ve müzmin platonik aşığı) komiser Angel. Resmi cephedeki sacayağını, tepeden inme bir biçimde operasyon kadrosu içine alınan, acımasız bir kişiliğe sahip istihbaratçı Albay Prieto tamamlıyor. Kendisi soygunu "dışarıdan" yönetmesine karşın ustaca hazırlanmış bir telefon hilesiyle sanki darphanenin içindeki soygunculardan biriymiş gibi polislerle iletişimi yürüten Profesör, birbiri ardına yaptığı şaşırtıcı hamlelerle Raquel ve ekibinin kafasını karıştırıyor, onları yanlış noktalara yönlendiriyor ve kazanılan zaman boyunca darphanenin ful kapasite çalışıp her saat milyonlarca avro basması için fırsat yaratıyor.

Dizinin en dikkate değer yanı, bu tür filmlerdeki klasik "iyiler ve kötüler" kutuplarını tersine çevirerek, onlarca kişinin rehin alındığı bir soyguna farklı bir noktadan bakmanızı sağlaması. Daha ilk andan itibaren Profesör başta olmak üzere tüm soygun ekibi protagonist (ana kahraman), karşısındaki resmi güçler de antagonist (karşıt karakter) haline geliyor. Alex Pina'nın yarattığı hikâye, devletlerin şiddet yanlısı doğasını ve onun tezgâhından geçen resmi görevlilerin (bu dizide istihbarat şefi Albay Prieto ve adamları) acımasız, katı yaklaşımlarını izleyiciye doğal ve abartısız bir akış içinde sergiliyor. Soygun eylemi bir "suç" olmasına karşın, bir başka noktadan bakıldığında devletlerin ve uluslararası topluluğun işlediği büyük suçlar ve elbirliğiyle hayata geçirdiği "yasal hırsızlıklar" karşısında devede kulak kaldığını hissettiriyor size. Bütün hikâye boyunca, soyguncuların kazanmasını istiyor; Profesör'e, Rio'ya, Denver'e, Nairobi'ye ve diğerlerine sempatiyle bakıyorsunuz. (İtiraf etmek gerekir ki, sevinçli anlarını Bella Ciao söyleyerek kutlamalarının, kırmızı tulumlarının ve yüzlerindeki Dali maskelerinin de bunda payı var.)

La Casa de Papel üzerine daha çok şey söylenecek ve bu dizi uzun süre adından söz ettirmeyi sürdürecek. Beni ilgilendiren noktaysa, çok başka: Türkiye'de de çok sayıda izleyicinin gözdesi olan bu dizinin bir benzerini (çoğu yerli dizide gördüğümüz "esinlenme"ler misali) acaba herhangi bir yerli yapımcı çekmeye cesaret edebilir mi, çekse herhangi bir televizyon kanalının bunu yayımlamayı gözü yer mi? Haydi böyle babayiğit bir yapımcı ve mangal gibi yüreğe sahip bir televizyon kanalı çıktı diyelim, sizce ilk bölümün yayımlanmasının üzerinden kaç gün, hatta kaç saat geçtikten sonra dizi hakkında soruşturma açılır? Senarist ve yapımcıların anaakım medyada hain ilan edilmesi için ne kadar bekleriz? "Devletin istihbarat güçleri ve polisini gözden düşürüp, teröristleri kahraman gibi göstermeye teşebbüs"ten kaç kişi okka altına gider?

İspanya'da ne Alex Pina'nın aklının köşesinden geçmiştir böyle bir tereddüt, ne de dizinin yaratıcı ekibinden herhangi biri "Acaba başımıza bir iş gelir mi?" türü bir kaygı hissetmiştir. Elbette hiçbir savcı da onlara "İspanyol polisi ve resmi güçlerini tahkir edip terör suçunu övmekten" dava açmayı düşünmemiştir. Bu nedenle, yukarıda sorduğum sorunun hepimiz tarafından bilinen yanıtı, Türkiye'de dizi çeken, kitap yazan, oyun sahneleyen insanların yaratıcılıklarını hayata geçirirken ne ölçüde özgür olabileceklerinin de itirafı anlamına geliyor. "Onlar"la aramızdaki fark, bu kadar basit.