06 Ağustos Cumartesi günü  17:00 - 19:00 arasında Büyükada Adalar Müzesi Sergi Alanı’nda “MEDYA ve GELECEK - Medya Nereye Gidiyor?” konulu bir söyleşi yapılacak.

SÖYLEŞİNİN KONUKLARI:

- Nail Güreli

Türkiye Gazeteciler Cemiyeti eski Başkanı

- Ahmet Yeşiltepe

NTVMSNBC Genel Yayın Yönetmeni

- Rıdvan Akar

Gazeteci, Yazar, TV Programcısı

- Nâzım Alpman

Gazeteci, Yazar, TV Programcısı

Moderatör:  - Murat Ören

Gazeteci

Daha önce ilki yapılan “Medya ve Hukuk" paneli de ‘aktif’ ilgi görmüştü. Medya konulu panel dizisi iki haftada bir olmak üzere sürecek.

Gazeteciler ve Ada halkı medya zaaflarını konuştu

Adalar Belediyesi ‘Basın, Yayın ve Halkla İlişkiler Danışmanlığı’nın düzenlediği panel dizisinin ilki 16 Temmuz cumartesi günü yapıldı.

“Adada Medya Sohbetleri” başlıklı bir dizi panelin ilkinde konu; ‘Medya ve Hukuk’ olarak saptanmıştı. Panele, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Orhan Erinç, Av. Fikret İlkiz, CHP Denizli Milletvekili (ve eski savcı) İlhan Cihaner ile gazete/yazar Ertuğrul Mavioğlu katıldı. Paneli, gazeteci Murat Ören kolaylaştırdı…

ORHAN ERİNÇ; GAZETECİLER HEP MAHKEMELİK…

Adalar Vakfı AdaEvi’nin bahçesinde 70 kişinin izlediği ‘bahçe sohbeti’ formatındaki oturumda ilk olarak duayen gazeteci Orhan Erinç konuştu ve tarih içinde ‘kamuoyuna mâl olmuş davalar ve medyanın rolü’ alt başlığına sahip panelde özetle şunları söyledi: “1957’de gazeteciliğe başladım. Demokrat Parti’nin demokrasi uygulamalarının tavan yaptığı günlerdi! Yoğun mahkeme günleri yaşardık ve medyamız da bu gelişlere uzak durmadı ve ‘adliye muhabiri’ diye tanımladığımız gazeteci kesimi ortaya çıktı. Hatırlarım; daha ziyade adi suçlarla ilgili kişiler ‘kamuya mâl olurdu’ ve adları herkesçe bilinirdi. Salacak Canisi, Berbat Süleyman, Kasımpaşa Canavarı o dönemin bilinen adi suçlularıydı… Bütün hikayeleri takip edilir, yazılırdı. Hasan Pulur da o dönemlerde adliye muhabirliği yapardı… Aslında medyanın hallerini 27 Mayıs öncesi ve sonrası diye de tanımlamak daha kolaylaştırıcı olur. Mahkemeler yayın yasağı koymaktan yorulurdu. Aslında yasaklamanın üç yolu vardı: Mahkemelerin verdiği yayın yasakları, sıkıyönetim mahkemelerinin verdiği yayın yasakları ve Tahkikat Encümeni’nin yasakları… Bir dönem bütün bu yasaklamalara ve yasaklılara ilişkin belgeleri sergiledim de… Biliyorsunuz, 1957 Komünist Tevkifatı, Nâzım (Hikmet) davası; sonra 71’de Madanoğlu davası, 81’de Dev-Yol davası (ki, bir biçimde hâlâ sürüyor bu dava), 12 Eylül’de Barış Derneği davası, kamuya mâl olmuş diye, niteleyebileceğimiz davalardı. Hatta Barış Davası’ndan yatanların 3.5 günlük alacakları bile var… Sonra, Madımak davası var (baş sanığı geçenlerde ölmüş galiba) ve tabii Yassıada davaları. Bu davayı iki gün haricinde hep izledim, yazdım… Yassıada mahkemesi, özel yetkili mahkemeleri tipik bir örnektir. Gene Yüksek Adalet Divanı da… O dönem, savcılar da Yüksek Soruşturma Kurulu üyeleriydi… Bu dava her açıdan kamuoyuna mâl olmuş davaların başında gelir… Çok sanıklı bir anayasayı ihlal davası olmuştu. Köpek Davası, Bebek Davası gibi alt başlıkları vardı, kamunun ilgisini çeken… İyi hatırlıyorum, kararların gerekçelerinde yer aldığı gibi; sanıklardan kimilerinin TBMM’de yaptığı konuşmalar aynen aktarılıp soruşturma konusu yapılmıştı ve suçlanmışlardı… Buradaki dönemin TCK 146 uygulamaları sonradan Deniz Geçmiş’lerin davasında da uygulanmıştı… İdamlar dışında pek çok haklı soruşturma konusu da vardı Yassıada’nın…

‘Medya ve Hukuk’ denince o dönemin gazeteci ustalarını iyi hatırlarım; yazdıklarıyla yargının soruşturmayı derinleştirebilmelerine yararları olurdu. Oysa şimdi yazdıklarımızla davalık oluyoruz… Eski zamanların gazeteci transferleri de şöyle olurdu; telefon rehberi kalın (erişebileceğin insanları çok olan) ve zengin bir arşivi olanların şansı olurdu… Şimdi bu türden bir zenginlik, mahkemede başınıza bela açabilir… Araştırmacı gazeteciliğin önüne kesen türlü uygulamalar olageliyor… Avrupa Konseyi’nin ve İnsan Hakları Uluslararası Sözleşmesi’nin 10. maddesine göre kamu yöneticilerinin medyanın haber alma özgürlüğünü kolaylaştırması hükme bağlanmış ve Türkiye de buna imza koymuştur…

Gazeteciler Cemiyeti olarak 98’den beri hak ve sorumluluklarımız üzerine hazırlamış olduğumuz bir ilkeler metnimiz var ve titizlikle takip etmeye çalışıyoruz… Biliyorsunuzdur, yerel medya için eğitim seminerleri yapıyoruz ve şunu gözledik; yaygın medyadan daha özenli ve dikkatliler…”

Av. FİKRET İLKİZ: HABERLERİN KAMUYA MÂL OLMA HALİ…

Haberlerin, habere konu olan olayların bir biçimde kamuoyuna mâl olmalarına hep tanık olmuşuzdur… Bir biçimde, çoğunlukla ilginç seyirleri nedeniyle dava süreçleri ve davalık insanlar, bir anda gündeme gelir ve dava konusu da halkın dilinde ve bilinçaltında yer alır… DİSK davasının kamuya mâl olabilmesi için (biraz da kendiliğinden bir yöntemle) gazetede yer verilen haliyle, herkesin bilgisine ulaşabilindi. O kadar çok dosya vardı ki, aklımıza şöyle bir şey geldi ve muhabir arkadaşlar bu ilişkiyi sağladı. Mahkemenin kıdemli yargıcı 42 cilt dosyanın yanında ve eli dosyaların üzerinde fotoğraf çektirdi. Bu fotoğraf ve mahkemenin gerekçeli kararı uzun bir metin olarak aynen yayımlandı. İlginç bir süreçti, mahkemede devleti yıkmakla suçlanan DİSK’in iki başkanı Abdullah Baştürk ve Fehmi Işıklar; o devletin vekiliydiler. Dönemin mahkemesi, dava ‘kamuya mâl olsun diye” öyle uğraştılar ki, sonunda oldu. TCK’nın 141/1 gizli örgüt hükmünden yargılayamadılar, 141/5’de olamadı ve sonunda uluslararası örgüt suçlamasına karar verip, 140’a bağladılar. Öyle ilginç bir mahkemeydi ki, bir ara Çar Deli Petro’nun vasiyeti bile istenmişti…

Bilirsiniz ‘ehli hibre’ ve ‘ehli vukuf’ da denilen, yani bilirkişi olarak atananların yazdıkları raporlar, yargıç ve savcıları yönlendirmiştir… Öyle ki, 1969’da Akşam gazetesinde A.Ş. imzalı bir yazıda “Küba’nın 10 Yılı” konu edinilerek, dizi halinde yayımlanmıştı. Bilirkişi, TCK’nın 141/4’ten komünist bir ülkeyi övme, olumlu izlenim edindirme kanaatine vararak ceza verilmesi gerektiği konusunda rapor yazmıştı… Turistik bir yazıydı, yayımlanan dizi… Bir başka örnek daha vereyim; bütün davalarımız böylesi bir gayretkeşlikle de kamuya mâl olmuştu(r)…  18/2/1982’de bir diş kliniğinde çeşitli dillerde 4 koli kitap bulunmuştu… Bilirkişi yaptığı inceleme sonucunda verdiği mütalaada, “Hepsini okumaya imkan yok, kimileri aslında dilimize de çevrilmiştir” biçiminde kanaat belirtmiş ve dava kadük hale gelmiştir… Özetle şöyle demeliyim: Halkın bilgi edinme ve gerçekleri öğrenme hakkı vardır; basın özgürlüğü ise yoktur…

ERTUĞRUL MAVİOĞLU: HER SATIRIMIZ DAVA KONUSU…

İlya Ehrenburg’u bilirsiniz, çok gençken herkesçe bilinen üçlemesini (Paris Düşerken - Fırtına - Dipten Gelen Dalga) okumuştum… Sonradan yasaklanmışlardı; ve kendi halinde romanlardı… Bu kadar yasakçı bir ülkede bence bunca yasak, çiğnenmek için vardır ve çiğnenmeli… Panelin konu başlığına dönersek, medya ve hukuk bağlamını daima zorlayan temel etmen, emniyetin müdahil olma gayretidir… Medyaya her gün polis bülteni gelir. Meraksız gazeteciler, araştırmayı sevmeyen gazeteciler, kolaycı gazeteciler bu bültenleri olduğu gibi alır ve haber yapmış gibi imzasını da koyarak, şefine verir… Zaten şefi de bunu bilir ve pek karışmaz. Bir habermiş gibi hazırlanan; flaşıyla, giriş sonrası kurgusuyla bu tip ‘haberler’ basında pek tutulur… Öyle ki, polisin zanlılara ilişkin tanımlamaları da aynen kabul görür; Taktak filanca, Akrep Nalan gibi… Her iki zanlı da erken zamanda dışarı çıkmışlar, ama tahliyeli haber bile olamamıştı. Bu hep ve hâlâ süren bir özensizliktir: hem haberin okura iletilmesi için popüler ‘ve aldatıcı’ unsurlar kullanacaksınız hem de haber nesnesi kıldığınız kişiler ve olaylar farklı mecralarda olduklarında bunu görmeyeceksiniz, bu aymazlıktır. Benim 5N, 1 K yerine 2N, 2H diye bir ilkem var; Ne Haber (Olacak), Ne Haber Olmayacak, Haber Nasıl Bir Dille Verilecek ve Haber Ne Kadar Uzun Olacak… Bütün okumalarımı ve haberleştirmeleri bu esasa göre yapıyorum… Bu da benim haber süzgecim…  Takdir edersiniz ki, bunca ayrıntıyla boğuşmak; “Bir yaşıma daha girdim” demek, bizi gerçekten yaşlandırıyor… Sözün özü; güç odaklarınca üzeri örtülmüş gerçeği, arama faaliyetidir, habercilik…

İLHAN CİHANER: BEN DE MAĞDUR KILINDIM…

Savcıydım ve soruşturma konusu yaptığım olaylar ve kişiler nedeniyle basının ilgisini çektim. Bir biçimde üzerime gelindi, mağdur oldum. Önemli bir konu ve olaylara yönelmiştim ve ayrıntılandırdıkça, sarmal önemli bir mesele haline geliyordu. Basın da bu karmaşadan kendince haber ve kamuya mâl olma gerekçesi yarattı. Ben de hedef tahtasında olmuş oldum… Hapse girdim, çıktım ve vekil oldum. Kamuoyunun ilgi odağı olmak ne yazık ki, hiç zor değil ülkemizde. Hatırlarsınız, ‘Okmeydanı Sapığı’ diye, tanımlanan biri vardı… Size 8-10 gazeteden örnekler okuyacağım tek tek. Hepsinde farklı kullanılış biçimleri var. Bazılarında ‘sapık’, bazılarında sadece zanlı… Bazıları bilirkişi raporları görüyor, kimileri görmüyor. Tahliye geliyor, kimi gazeteler içeride bir sayfada minicik veriyor, kimi gazeteler ise hiç vermiyor. Günlerce manşet oluyor ve yakın çevrenizce ‘sapık’ yaftası yiyorsunuz, beraat ediyorsunuz kimsenin haberi yok…

Ahmet Şık, Bejan Matur kitapları ve daha nicesi yasaklandı, yasaklı; hatta birçok gazeteci ve yazar içeride yatıyor… Kitap, bu memlekette yasaklı bir nesne…

Bu arada basının bir yanlı(ş) tutumundan söz etmeliyim… Konulara göre uzman görüşüne başvuruyorlar; yazılı ya da sözlü… Daha önce ‘yeşil sermaye’ adamı olmuş akademisyeni alıyor, bu konuya ilişkin konuşturuyor; idam kararı verirken ‘bu karar beni tam olarak tatmin etmedi’ deyip, hükmün doğru olamayabileceğine ilişkin görüş bildiren eski yargı mensubuna ve örneğin ‘şizofren’ olduğu için meslekten uzaklaştırılan birine o alana ilişkin sorular sorabiliyor…

ADALILAR DA KONUŞTU

Panelistlerin konuşmalarından sonra moderatör ve gazeteci Murat Ören; seyircilerin sordukları sorulara yönelik bir tartışma ortamı sağlayarak izleyicinin katılımcı olmalarını sağladı.

Etkinliğe aktif katılım gösteren Ada halkı kadar Adalı gazeteci ve yazarlar da ilgi gösterdi; Nazım Alpman, Nadire Mater, Korhan Gümüş, Atilla Güner, Mıgırdiç Margosyan  paneli dikkatle izlediler…

Demokrat Haber