Tarih 12 Mayıs 1971.

Deniz Gezmişlerin asılmasına 1 sene var.

10 yaşındayım. Her zaman ki gibi sabah evden çıkıp, tek katlı okulumuza gidiyorum.

Okulumuzun adı Hüsnü Bayer İlkokulu. Tek katlı, ana koridorun iki kanadında sıralanmış sınıflardan oluşuyor.

Zilin sesiyle beraber ana koridora doluşuyor o kalabalık içinde sınıflarımıza girmeye çalışıyoruz.

Birden o güne kadar duymadığım bir ses duyuldu. Yerin derinliklerinden homurtuya benzer, yırtılmaya benzer ama hiçbir şeye de tam benzemeyen bir ses.

Depremin sesi.

Duvarlar üstümüze geldi. Çıkış kapısına ulaşanların ayağı takıldığı için oluşturduğu doğal barikat kapıya ulaşan her çocukla biraz daha büyüdü. Üstümüze tuğlalar, sıvalar düştü. Facia düzeyinde olmasa da enkaz altında kaldık. Çevreden gelenler elleriyle enkazı kaldırdılar ve ufak tefek sıyrıklarla sağ salim kurtulduk.*

Sonraki 1 ay boyunca, bir komşumuzun bahçesine kurulan çadırda yaşadık. Belki de çocukluğumun en güzel günleriydi diyebilirim. Okul yok, bütün çocuklar bir aradayız, büyükler daha anlayışlı ve sevecen. Oyundan başımızı alamıyoruz. Hava kararınca 2-3 aile bir çadırda toplanıyor, hikayelerin masalların olağanüstü büyüsüne kapılıp uyuyakalıyoruz.

Hasılı eğlenceli bir hal.

Ancak o ses, depremin sesi, hiç kimseye tarif edemediğim o ses kulaklarımdan hiç gitmedi. Ne zaman her hangi bir yerde deprem olsa o ses gelir kulaklarıma. Depremi o ses tanımlar bana göre.

30 senedir böyleydi. Ta ki Japonya da geçen haftalarda yaşanan depreme kadar.

Depremle yaşamaya alışık olan Japonya halkı her günkü sallantılarından daha şiddetli bir sallantıyla karşılaştılar. Tarihin kaydettiği en büyük 5. Deprem. 8.9 olarak açıklandı şiddeti, daha sonra 9.0 diye düzeltildi.

Onbinlerce kişi öldü, binlerce kayıp ve yaralı var.

Ama birkaç kişi dışında depremden ölen kimse yok. Deprem başlayınca 7’den 70’e herkes paniklemeden davranması gerektiği gibi davranmış. Can kaybına fay kırığı sonucu oluşan tsunami sebep olmuş.

Şehirlerin ortasına koca gemileri getiren, evleri uçakları arabaları, trenleri bir oyuncakmışcasına okyanusa serpiştiriveren koca dalgalar bu kadar can kaybına ve maddi hasara yol açmış.

Başta da belirttiğim gibi benim için deprem demek o ses demek. Japonya’da öyle bir ses duyuldu mu bilmiyorum.

Ama Japonya depreminden sonra benim için deprem demek nükleer santral kazası demek olacak.

56 yıl önce Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombasının etkileri geçmemişken doğrudan can kaybına yol açmayan deprem, yıllar sonrasına hastalıklar ve ölümler bırakacak. Üstelik “en yüksek güvenlik” derecesine sahip bir teknolojiyle çalışan bir nükleer enerji santralinden söz ediyoruz.

Tam ülkemizde Akkuyu’da bugün yarın temeli atılacak olan nükleer santral yapımına denk geldi bu kaza.

Bütün meslek odaları, bilim insanları, Akkuyu halkı, kamuoyu bu santralin sakıncalarını anlattı. Yıllardır da anlatıyor. Dikkate alınmadı. Eskimiş bir teknoloji ile fay hattının 25 kilometre yakınına nükleer santrali konduracak anlaşma imzalandı.

Ülkede ne kadar enerji açığı var, bu santral ne kadarını karşılayacak? Belli değil.

Rüzgar ve güneş enerjileri açısından zengin olan ülkemizde niye nükleer enerjide ısrar edilir? Belli değil.

Yer seçiminin hatalı olduğu bilimsel olarak kanıtlandığı halde niye aynı yerde ısrar edilir? Belli değil.

Bu sorular sayfalarca uzatılabilir. Ama hepsinin cevabı belli: Belli değil.

Peki sözümüz dinlenmedi. İmam bildiğini okudu. Anlaşmalar imzalandı. Siyasi iktidar “ileri enerjiye” kavuşmanın mutluluğunun tadını çıkarıyor.

Yapacak bir şey yok yani. Tam o sırada Japonya’da deprem oldu.

Dünyanın bir ucundaki felaket belki bizim felaketimizi engeller diye (belki bencillik ama) sevindik.

Boşuna.

Evvela Enerji Bakanı bir sorun olmadığını, nükleer santralin yapımına başlanacağını açıkladı. Ardından her şeyi bilen ve yeten Başbakanımız (mantık derslerinin müfredatının yeniden yazılmasına bile vesile olabilecek bir ilişkiyle) tüp gazla nükleer santral arasında bir bağlantı kurdu.

Sayın başbakanın kurduğu bu ilişkiye bir iki ek yapmak istiyorum.

Son yıllarda tüp gaz patlamaları yaşanmıyor artık. Çünkü tüp gaz hayatımızdan hızla tasfiye oluyor.

Tüpgaz patlamalarının verdiği zarar o ana ilişkindir. Yıllarca sürmez. Oysa nükleer santral kazalarının verdiği zarar yüzlerce yıl sürer. İnanmazsanız, bakınız: Çernobil kazası.

Fay hattının üstüne tüpgazı değil tüpgaz yüklü kamyonu koysanız, fay hattı da 9 değil 19 şiddetinde kırılsa tüp gazlar yine de patlamaz. Oysa Japonyadaki Fukuşima santrali fay hattından yüzlerce kilometre uzaktayken bu işler geldi başımıza.

Siyasal iktidar herkesten fazla kamu yararını düşünmek ve yaratmakla sorumludur.

Akkuyu’da seneler önce yapılan bir nükleer santral karşıtı mitingde Akkuyu’lular “hormonlu çocuk istemeyoz” diye pankart taşımıştı.

Bırakın her şeyi. Ekonomiyi, enerjiyi, açığı, zararı, ziyanı. Salt bu pankart bile nükleer santralden vazgeçmenin sebebi olur.

Naçizane bir de önerim olacak erk sahiplerine: Tüp gazla nükleer santral arasında ilişki kurmanın yerine depremle nükleer santral arasında arasında ilişki kurmayı deneseler.

Belki kendileri için de memleket için de vatandaş için de daha faydalı bir sonuç çıkabilir.