“Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar

Ve dağılmış pazar yerlerine memleket”

Edip Cansever

***

Ülke tarihinde ne çok olay sayabiliriz ki tek tek bireylerin yaşamında acılara, adalet sisteminde haksızlıklara, toplumsal barışta ve demokraside yıkımlara yol açmamış olsun. Her biri toplumsal belleğimizde durur. Resmî tarih okumasının dışında alternatif tarihçilerin, sosyologların, psikologların, siyaset bilimcilerin, hukukçuların tezlerine konu olan olaylar silsilesidir yaşananlar. Neden-sonuç ilişkisi içinde değerlendirilecek her vakanın kendi içinde özgül ağırlığı ve aynı zamanda da birbirleriyle direkt veya dolaylı bağlantısı vardır.

İkinci Dünya Savaşı yıllarında yayılan antisemitizmin Türkiye’de Türkçü/Turancı akımlar tarafından sahiplenilmesi ve kimi dergiler tarafından açıkça hedef gösterilmesi sonucu 1934’te Trakya’da Yahudilere karşı yağmalama, tecavüz olayları yaşanmış, Yahudi nüfusu yaşadıkları şehirleri terk etmek zorunda kalmıştır. 6-7 Eylül 1955’te Rumlara ve azınlıklara karşı yapılan benzer vakada da tarihsel, siyasî koşulların yanı sıra basın birincil bir rol üstlenmiştir.

78 ve 80’deki Alevilere dönük Maraş ve Çorum katliamı 12 Eylül askerî darbesiyle resmî ideoloji hâline gelecek olan Türk-İslam sentezinin öncül ölümcül olaylarından biri olarak düşer tarih sayfalarına. Sonrası 93’te Madımak’ta şâirleri, yazarları, Alevileri yakan barbarlıktır.

90’lı yıllarda Kürt’lerin yaşadığı bölgelerde “derin devlet işi” diye bilinen köy yakmalar, beyaz Toros cinayetleri “öteki” üzerinden etnik merkezli devlet inşa etme çabalarının sonuçlarından biriyken, örneğin 2011’de yaşanan Uludere olayına yönelik açılan soruşturmanın “kaçınılmaz hata” denilerek kapatılmasında 30’lu yılların sonunda gerçekleşen Dersim olayının izleridir görünen.

Nitekim bu ay 10. ölüm yıldönümünde anacağımız gazeteci Hrant Dink’in bu kez failleri belli bir cinayete kurban gitmesi herhâlde tesadüf değildir. Davası hâlen devam ediyor ve fakat temelinde 1915’te Ermeni “tebaa”nın yaşadığı topraklarda ölmelerine, zorunlu olarak göç ettirilmelerine neden olan “devlet politikaları”nı üreten, uygulayan zihniyet vardır.

Gazeteci/yazar suikastları yalnız basın tarihinin değil, toplumsal tarihin en acı olaylarıdır. Sabahattin Ali cinayetinin, Nâzım Hikmet’in vatan haini ilan edilmesinin, Tan gazetesinin basılmasının, gazete kapatmaların günümüzde hangi kötü olayları hatırlattığını söylemeye gerek var mı?

Olayların ardından katillerin ortaya çıkarılarak cezalandırılmasını bırakın, faillerini devletin kışkırttığı bir “düzen” hüküm sürdü hep. “Bir tuğla çekilirse duvar yıkılır” sözleriyle ifade edildi o karanlık. Bombalı suikast sonucu ölen Uğur Mumcu, o düzenin “Katiller Demokrasisi, Hırsızlar Düzeni” diye kitabını yazmıştı 1970’te. Öncesinden beri hesap verebilir bir devlet yapısı oluşmadı.    

“Önlenemez” saldırılar

2013’ten sonra ise benzerleriyle çok fazla karşılaşacağımız 52 insanın öldüğü Reyhanlı saldırısıyla faillerin ya olayları üstlenmesiyle ya da devletin failleri bazen manipüle de ederek hemen açıklamasıyla bilinen “önlenemez” bombalı saldırılar dönemi başladı.

Peş peşe Diyarbakır, Suruç, Ankara katliamları yaşandı. Bu saldırılarda 151 masum insan hayatını kaybetti, binlercesi yaralandı.

Geçtiğimiz 2016 yılında ölümler Sultanahmet saldırısıyla başlayıp Ankara, Diyarbakır, İstiklâl Caddesi, Atatürk Havalimanı, Gaziantep, Beşiktaş, Kayseri saldırıları, Rusya Türkiye Büyükelçisi cinayeti ile devam etti. Aynı şehirlerde farklı zamanlarda birden fazla bombalı saldırı oldu. Kötü ama hiç bitmeyen bir kâbus gibi.

Yılın son akşamı veya 2017’nin ilk saatlerinde ise Reina adlı eğlence merkezine 39 insanın ölümüyle 65’inin yaralanmasıyla sonuçlanan silahlı saldırı düzenlendi. Ardından İzmir saldırısı geldi.

Bombalara alışmamız gerektiği söylenirken, kimi sosyal medya hesaplarından nefretle “Neden hiç İzmir’de bomba patlamıyor” diye artık bombaların patlaması değil, patlamaması yadırganıyordu.   

bianet’in derlediği habere göre, 2016’da toplam 20 saldırı oldu. İzmir’deki saldırıyla birlikte 360 insan öldü.

Kimi saldırıların altından IŞİD, kimilerinin PKK, kimilerinin de TAK çıktı. Büyükelçi cinayeti hâlâ araştırılıyor. Yılın ilk saatlerinde vuku bulan Reina saldırısını Reuters’ın haberine göre Irak Şam İslam Devleti örgütü üstlendi.

İslam Devleti örgütünün ülkenin pek çok yerinde hücre evlerinin bulunduğu herkesin bildiği bir “sır”. Ankara saldırısından hemen sonra Kars Emniyet Müdürlüğü’nün ilçe birimlerine gönderdiği yazıda örgütün metropoller de dâhil olmak üzere 70 ilde uyuyan hücrelerinin olduğu ifade edilmişti.

Suruç ve Ankara’da katliamlarının failleri Adıyaman’da İslam Çay Ocağı’nda toplanan “dokumacılar” adlı IŞİD hücresindendi. Abdurrahman ve Yunus Emre Alagöz kardeşlerin adlarının Adıyaman Cumhuriyet Savcılığı’nın soruşturma dosyasında yer aldığı biliniyordu. Çoğu takip altındaydı. Ankara saldırısının şüphelilerinden Ömer Deniz Dündar’ın gözaltına alınıp salındığı ortaya çıkmıştı.

Yine İstiklâl Caddesi saldırısını yapan IŞİD militanının Gaziantep’teki hücre evlerle bağlantısı tespit edilmişti. Bu kişiler istediklerinde Türkiye’den Suriye’ye gidebiliyorlar, Suriye’den Türkiye’ye giriş yapabiliyorlardı.

Bir gün “Öfkeli Sünni gençler” Suruç, Ankara gibi saldırıları gerçekleştirmek için hücrelerinden uyanıverdi. Bu “ölüm makineleri” şimdiye kadar Türkiye’de canlı bomba eylemleri yapageldiler ama en az içinde 700 kişinin bulunduğu Reina saldırısı; az ilerideki karakola ve yetkililer tarafından günlerdir alındığı söylenen “güvenlik önlemleri”ne aldırmadan büyük bir soğukkanlılıkla silahlı bir saldırgan veya saldırganlar tarafından düzenlendi. Fail 7 dakika boyunca ağır silahla insanların üzerine kurşun sıktıktan sonra kayıplara karıştı.

Yanlışların yanlışları

Her bir vakanın elbette tekil değerlendirmesi yapılabilir ama şu bir gerçek ki, yüzlerce canın yitip gitmesine sebep olan bu şiddet olayları dünyada veya Batı ülkelerinde de oluyor diye sıradanlaştırılamayacak denli önemlidir. Devlet yöneticilerinin ve propaganda aygıtlarının –öyle bile olsa– her defasında IŞİD’in Batı’nın Ortadoğu politikalarının bir sonucu olduğu tezini vurgulayarak ve “üst akıl”, “dış mihraklar”, “FETÖ” diyerek sorumluluğu üzerinden atamayacakları kadar ciddi bir meseledir.

Saldırılar kınanıyor. Bu aklı başında her insanın doğal davranışıdır, hangi amaçla olursa olsun öldürmek üzerine kurulu her eyleme, şiddete, bombaya karşı çıkmak vicdani bir tutumdur. Tam da bu nedenle devletten yaşam hakkını, can güvenliğini garanti altına alabilmesini istemek her yurttaşın doğal hakkıdır.

Bunun “Terörle mücadelemiz kararlılıkla sürecek”, “Misliyle karşılık bulacaklar”, “Boyun eğmeyeceğiz” gibi klişelerle olamayacağı açık değil mi? Her seferinde milliyetçilik üzerine kurulu bir popülizmle, hamasi nutuklarla “şehitlik” üzerinden ölüm kutsanıyor veya olağanlaştırılıyor. Statüko yeniden kendini üretiyor. Salt güvenlikçi politikalarla yıllardır işin içinden çıkılamıyor ve ölümler çoğalarak devam ediyor.

Metin Gürcan “sivilin sivile uyguladığı şiddetin hem askerileşmesi hem de kentlere kayması” olgusuna dikkat çekiyor: “Tam da bu nedenle yeni parametrelerle tanımlanması gerektiğini ve belki de eski ‘askeri’ yöntemlerle mücadele edilmemesi gerektiğini anlatmaya çalışıyorum.”   

Çare otoriter bir rejim değil, daha çok demokrasi: Düşünce özgürlüğünün sağlanması, sosyal ve kültürel hakların güvence altına alınabilmesi, siyasal hakların kısıtlanmaması. Kürt sorununun demokratik çözümünün ve aslında demokratikleşmenin önüne döşenen taşlar kalın bir duvar oldu örneğin. Devlet katılımcı demokrasiden oldum olası hazzetmedi ama temsili demokrasisi bile sorunlu bir ülkeyiz: Meclis’in üçüncü büyük partisinin eşbaşkanları, vekilleri, belediye başkanları, il ilçe yöneticileri tutuklanmasıyla 6 milyon seçmenin iradesi gasp edilmiş durumda. Legal siyaset zemini genişletilmesi gerekirken daha da daraltıldı.

İktidarın yıllardır Suriye politikasındaki yanılgıları, yanlışları da işte orada. Binlercesi sayılabilir. Suriye’ye “Esed'in hükümdarlığına son vermek için girip” şimdi Suriye rejimi ile ÖSO gibi örgütler arasındaki anlaşmanın garantörü olmayı ilan ederek, Suriye devletinin egemenliğini ve bağımsızlığını destekleyen ortak bildiriye imza atmaları özetin özeti. Gelinen nokta önceki gün Hükümet Sözcüsü Numan Kurtulmuş tarafından açıklandı: “Baştan beri Suriye politikasının büyük yanlışlarla dolu olduğuna inananlardanım.” O yanlışların yanlışlarını yaşıyor şu an ülke.

O yanlışlar hâlen devam ediyor. Ortadoğu üzerine yazılarıyla tanınan gazeteci/yazar Hüsnü Mahalli, Ahmet Şık gibi sayısı 150’yi bulan gazetecinin tutuklandığı; haberlerden, röportajlardan, yazılardan suç üretilerek gazeteciliğin suç sayıldığı, medyanın zapturapt altına alındığı bir “sıkıyönetim” dönemine gelindi ne yazık ki.

Sözün özü bunca saldırı, bunca ölüm, bunca acı, bunca kınama var ama benzer ölümleri ortadan kaldıracak tek bir aklıselim adım yok. Olayların failleri belli belki ancak bu kadar olayda hiç güvenlik zafiyeti, istihbarat eksikliği yokmuşçasına ne bir yönetici istifa etti ne de o olayların siyasî sorumluluğunu üstelenen tek bir devletli çıktı.

“Öteki” üreten yapı

Tarihin bize gösterdiği hâliyle dün de bugün de hiç değişmeyen şey din-mezhep-milliyet odaklı –ve günümüzde “milli içkimiz ayran” söylemiyle içki/içecek üzerinden bile– direkt toplumun inançlarına-inançsızlığına, kültürlerine, farklılıklarına yönelen siyaset ve medyalar yoluyla; 6-7 Eylül’de de, Maraş olaylarında da, Hrant Dink cinayetinde de olduğu gibi insanların canına mal olan ve toplumsal barışı ortadan kaldıran olayları tetikleyen veya o olaylara yaratılan “uygun” zemindi.

Günlerce yılbaşı kutlanmaması için devlet kurumlarının yetkililerinden çeşitli gruplara, medyaya değin “kampanya” yürütülmüştü. Diyanet şimdi saldırıyı “kabul edilemez” bulsa da, “vahşet”, “katliam” diye nitelese de daha bir gün önceki Cuma hutbesinde yılbaşı kutlaması, aslında bir yaşam tarzı için “gayrimeşru” denilmişti. Daha da öncesinde MEB ilçe Müdürleri, okul idarecileri yeni yıl kutlamalarını yasaklamıştı. İş “Noel baba”nın başına silah dayanmasıyla, hattâ sünnet edilerek bıçaklanmasıyla zıvanadan çıkmıştı.

Nitekim yazının başında bahsettiğimiz 6-7 Eylül olaylarının hemen öncesinde İstanbul Ekspres gazetesinin “Atamızın evi bomba ile hasara uğradı” manşetine benzer bir şekilde 31 Aralık cumartesi günü Milli Gazete, koca puntolarla “Bugün son gün. Bu uyarı son: Kutlama!” manşetiyle çıkabilmişti. Şimdi saldırıyı öven sosyal medya trollerinin yaydığı nefret de işin cabasıydı.

Bu şekilde hem Noel kutlayan gayrimüslimler, hem de yılbaşını bir eğlence merkezinde ya da mütevazı şekilde evinde kutlamak (eşinizle dostunuzla keyifli bir gece geçirmek de diyebilirsiniz) isteyen kesimler devlet kurumlarının da dahliyle “öteki” ilan ediliyor, hedef gösteriliyordu.

Güvenlik zafiyetleri, istihbarat sorunları gibi teknik konuların yanında şiddetin beslendiği bu iklimi de unutmamak gerek. Bürokrasisiyle, medyasıyla, trolüyle yaratılan düşmanlık, kin, “öteki”ne nefret gibi her türlü insani tutumdan, sağduyudan, diyalogdan, uzlaşıdan, hoşgörüden yoksun ve hiç kimseye faydası olmayan o iklimi veya “OHÂL” sürecinde yaşanan demokrasi ayıplarını, hukuksuzlukları, adaletsizlikleri uyuyan/uyanık hücreleri bulunan radikal örgütlerin fırsat bilmediğini kim söyleyebilir?

2016’dan 2017’ye, dünden bugüne pek çok sorunla girdik. Ama her şeye rağmen yeni yıldan umut dilemiştik en iyimser yanımızla. O umudu var edecek olan da yine bizler. Yaşamı boyunca aydınlığın, iyiliğin, güzelliğin türküsünü söyleyen Yaşar Kemal’in deyişiyle: Yaşam umutsuzluktan umut üretmektir.