Dış mihrakları tahrik edercesine gündeme oturan kaya gibi bir başkanlık kararnamesi ile Varlık Fonu Başkanlığına aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı (Başkan) da olan Recep Tayyip Erdoğan getirildi. Başkan vekili ise sürpriz (!) bir isim: Damat Bakan Berat Albayrak. Aynı kararname ile medyada “jöleli” olarak tanınan Yiğit Bulut ve Oral Erdoğan gibi isimlerin görevlerine son verildi. Başkan pragmatiktir, herkesle işi bir yere kadardır. Her yandaş fani bunu er geç tadar. Zaten normal şartlar altında Türkiye gibi bir ülkede varlık fonu kurulması da başlı başına enteresandır. Zira dünyadaki diğer örneklerine bakacak olursak, varlık fonu (başta Çin, Japonya,  İskandinav ve Körfez ülkeleri gibi) cari fazla veren ülkelerin tesis ettiği bir sistemdir. Türkiye’nin ise 57 milyar dolar cari açığı var. Dünyanın en büyük 15 varlık fonunda 11 trilyon dolara yakın kaynak bulunuyor. 2006 ve 2008 krizlerinde ABD’de olduğu gibi, kriz zamanlarında finansal sektör kuruluşlarının kurtarılmasında kullanıldığı da görülmüştür. Bizde ise eldeki kaynakları dış yatırıma dönüştürmek için değil, aksine fon içerisinde yer alan kaynakları teminat olarak göstermek suretiyle borç ve finansman sağlamak için kurulmuş, lakin henüz işe yaramamıştır. Bir başka kuruluş maksadı ise (Kanal İstanbul misali) büyük/mega/dev yatırımları finanse etmektir. Kısacası Türkiye’ye özgü bu Varlık Fonundan beklenti çok, asıl niyet muğlaktır. Bu yönüyle 1994 ve 2001 krizlerini doğuran en mühim faktörlerden biri olarak bütçe dışı fonları ve çoklu mali yapıyı hatırlatması yönünden de eleştirilmektedir.

Türkiye Varlık Fonunun (TVF) kuruluş sermayesi Özelleştirme Fonundan sağlandı. Bundan sonra ise devletin ve milletin henüz satılmamış olan neredeyse bütün kurum ve kuruluşları Varlık Fonuna aktarıldı. Halk Bankası, Ziraat Bankası, Borsa İstanbul, THY, BOTAŞ, TPAO, TÜRKSAT, Türk Telekom, PTT, Milli Piyango, Türkiye Jokey Kulübü, Kamu Arsaları ve Savunma Sanayi Fonundan geçici olarak aktarılan 3 milyar lira ile Varlık Fonu tahkim edildi. Kurulduğunda doğrudan Başbakana bağlıyken, yönetim kurulu başkanını, üyelerini ve genel müdürünü Başbakan atarken, yeni sistem ile birlikte bu yetkiler Cumhurbaşkanına geçti. O da yetmedi, bizzat Başkanı yine Cumhurbaşkanının kendisi oldu. Tabii kurulduğu tarihte bile Sayıştay denetimi dışında bırakılan TVF’yi denetleyebilecek herhangi bir mekanizmanın şu an artık var olmadığını söylemeye bile gerek yok. Bakalım gelecekteki başkanlık icraatlarında kimin varlığı kimin fonu haline gelecek, elbette yaşayarak göreceğiz...

Tahran’da düzenlenen ve Türkiye’nin diğer iki “müttefikine” bir türlü derdini anlatamadığını canlı canlı izlemiş olduğumuz İdlib Zirvesi sonuç bildirisinde “Suriye’deki Arap Cumhuriyetinin egemenliğini tanıyoruz” ibaresi yer aldı ve bu ifade her üç ülkenin liderleri tarafından imza altına alındı. Suriye Arap Cumhuriyetinin başında Esed olduğuna göre, biz de Suriye’nin (İdlib dâhil) bütününün liderinin Esed olduğunu kabul etmiş oluyoruz. Fakat kameralar karşısında Esed’i bebek katili, insanlık düşmanı ve canavar olarak nitelendirmeye devam ediyoruz. Bu çelişki eninde sonunda son bulacak. An itibariyle Türkiye’yi İran ile bağlayan belki tek şey “Amerikan ambargoları”, Türkiye ile Rusya’yı yakınlaştıran yegâne unsur ise “ABD ve Batı düşmanlığı”. Bunun dışında, Türkiye’nin gerek Rusya gerekse İran ile binlerce yıldır savaştığını ve bulundukları bölgede sürekli bir egemenlik yarışı içinde olduklarını anımsamak lazım. Nitekim Tahran’ın ardından Türkiye’nin gazını alma ve popüler olma hevesini destekleme niyetiyle, “Türkiye, Rusya ve İran arasında yerel para birimleriyle ticaret yapılacağı ve artık Amerikan dolarının kullanılmayacağı” açıklaması yapıldı, bütün dünyaya duyuruldu. Halbuki minicik bir nüans basınımızda hiç yer almadı, bu anlaşma ve mutabakat “enerji ticareti hariç” kaydıyla yapılmıştı. Yani hiçbir anlamı ve tesiri yok...

Yine İdlib zirvesinde Erdoğan’ın konuşmalarının satır aralarında Türkiye’nin bölgedeki cihatçı grupları destekler konumda göründüğünün de altını çizmek gerekir. Türkiye’nin “ılımlı” olarak gördüğü ve koruması altına aldığı grupların mensuplarının toplam sayısı 50 bini buluyor. Diğer yandan, geçen gün bir cihatçı grup üyesinin yayınladığı videoda “Türkiye eğer bizi satacak olursa, tünellerimiz vasıtasıyla Reyhanlı’ya kolayca ulaşırız” tehdidi savruldu. Yani İdlib’den sonraki durağın Hatay olduğu alenen işaret ediliyor. Maalesef sırtımızı bir gün Rusya ve İran’a, hemen ertesi gün ABD ve Avrupa’ya yaslıyoruz ve kuşatma altında olduğumuz gerçeğinden kaçamıyoruz. Rusya’nın Suriye temsilcisi “İdlib bir yerde Türkiye’nin sorumluluğu altında olan bir alan ve ılımlılar ile muhalifleri ayırmak tamamen Türkiye’nin görevi” açıklamasında bulundu. Bu açıklama ile bir nevi “kendi desteklediğin grupları al götür, ondan sonra burayı ‘temizleyeceğiz’” imasında bulunmuş oluyorlar.

İbrahim Kalın “bölgede pek çok gözlem noktamız var, Rusya bizim kontrolümüz altındaki bu noktalara operasyon yapmayı göze alamaz” derken, aynı anda cihatçılara karşı kalkan görevi üstlenme imajını Türkiye’nin üzerine yapıştırmış oluyor. Bir başka tehlike olarak, AB içinde yaşayan ve Avrupa pasaportu taşıyan sessiz, sıradan görünen, yalnız kurt diye adlandırılan yabancı cihatçıların Türkiye’ye geçmesi riski ortaya çıkıyor. Avrupa biraz da İdlib’den yeni cihatçıların Türkiye üzerinden yeniden Avrupa’ya geçebileceğini öngörerek, İdlib konusunda görünüşte Türkiye’yi destekliyor. Son tahlilde, istesek de istemesek de, bu hayati sorunun çözümü hayali söylem ve ikircikli atışmalardan ziyade, diplomasiden ve bazı tavizler vererek orta noktayı arayıp bulmaktan geçiyor...