Zihinleri karalayan, zihinlerde kaos yaratan; her söylediği adrese teslim kişilerin, vicdani kayba uğradığından elbette haberi olmaz.

Bir tiyatro salonuna gidip orada sergilenen oyunu izlemek bile artık izine bağlı. Salonda kimin, kimin yanına oturacağı, kimlerin hangi tiyatroya gidebileceği de.

Oyun yazarlarına, romancılara, şairlere, gazetecilere ve hatta senaristlere yazdıklarından dolayı hapis cezaları verildiği çok oldu. Bu haksızlığı atlatmak için yerinden, yurdundan olup, evlat hasreti, eş hasreti, anne-baba hasretine razı olanlar oldu. Kıt kanaat geçinen yazın emekçilerinin para cezalarıyla terbiye edilmeleri de az değil. Memleketini her şeyden daha çok sevenlerin vatandaşlığını kaybettiği de çok oldu.

Şimdi gidilen oyuna göre, yukarıda bahsi geçen cezalandırmalara mı gidilecek. Herkesin her oyuna gidemeyeceği söz konusudur bugünlerde. Bir izleyici olarak, Selahattin Demirtaş’ın yazdığı ‘Devran’ adlı kitabının okuma tiyatrosuna giden Kadir İnanır’ın orada bulunması eleştirilmektedir. Kadir İnanır’ın o gün, o saatte nerede bulunması gerektiğine kimin karar vereceği tartışma konusu olabilir mi?

Acaba tiyatro salonunda bulunanlar mı sakıncalı kişilerdi? Kimler vardı: okumayı seven, sanatla ilgilenen, zamanını iyi değerlendiren halktan insanlar. Tanınmış kişilerin bulunması mıydı rahatsızlık veren. Belki de: Bir siyasi parti başkanının eşi, tiyatroya konu kitap yazarının eşi, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’nın eşi ve ünlü aktör Kadir İnanır.

Kitabın yasaklı olmadığı, tiyatro salonunun imarsız olmadığı, salonun işletme ruhsatının olduğu ve vergi borcu bulunmadığı…

Okunan kitabın propaganda, şiddet, cinsellik vb. içermediği de biliniyor.

Yazarın, yıllardır cezaevinde tutuklu olduğu ve hükümlü olmadığı (suçunun kesinleşmediği) da biliniyor.

Yazarın, yazı yazma ehliyetinin olmadığına dair herhangi bir belge de daha icat edilmedi (ama iyi fikir).

Sadece siyasi fikirleri ve dünya görüşleri farklı diye, karşı tarafa kin tadında nefretlik sözler sarf etmeyi kim kendisine yakıştırır ki. Bu türden sözleri 1980 öncesi çokça duyardık. İnsanlar kamplaşmış, farklı fikirde baba-oğul bile düşmanlaştırılmıştı. O günlere özlem duyanlar mı var? Benzeri bir ortamdan medet umanlar mı?

İçinizden yazı yazmak geliyorsa, onu durduramazsınız. Bildiğiniz bir dilde yazmanız en doğal olandır. Birden çok dilde yazabiliyorsanız, bunu da değerlendirmek elbette yine doğal ve insani bir haktır. Ancak Kürtçe ve Türkçe biliyorsanız, hangisiyle yazarsanız yazın, hiç birinde de rahat bırakılmazsınız. Sadece Türkçe biliyor ve yazıyorsanız, sorun yok. Yani kimse ön yargıyla yaklaşmayacaktır. Mahkeme kararı olmadan kimsenin kitabınıza yan bakması söz konusu olmayacaktır.

Sorun: dünya görüşünüzün ve siyasi tercihinizin biliniyor olmasıyla alakalı. Yazdığınız senaryonun komedi olması bile, gelecek siyasi baskılara el insaf dedirtemeyecektir.

Bu karşı duruşla, söz konusu kitabın daha çok satacağını tahmin ediyorum. İktidar partisine yakın birilerinin yazdığı bir esere böylesi bir karşı duruşla satışların zirve yapması sağlanabilirdi. Ne de olsa ucunda para vardı. Sevmedikleri bir siyasetçiye-yazara istemeden de olsa katkıda bulunmuş olmaları pişmanlıklarına fayda sağlamayacaktır. Aklıma, Selahattin Demirtaş’ın iktidara göz kırpmış olabileceği(!) gibi bir fesatlık gelmektedir.

15 Ocak 2020 tarihli Cumhuriyet gazetesinde, Mine Söğüt’ün ‘Buyurun Bizim Oyunumuza Gelin’ başlıklı yazısından bu konuyla alakalı kısa bir alıntı yapmak istiyorum: “Kürtler tiyatroda oyun sahneleyemezler. Kürtler şarkı söyleyemezler. Kürtler resim yapamazlar. Kürtler roman yazamazlar. Kürtler şiir okuyamazlar. Kürtler film çekemezler. Kürtler barıştan bahsedemezler. Kürtler savaşın bitmesini isteyemezler. Kürtler uzlaşı yolları arayamazlar. Kürtler kendilerini ifade edebilecekleri hiçbir alternatif alan yaratamazlar. Onlar sadece dağlara çıkabilirler. Kendilerini hep öteki hissetmeleri serbesttir.” Yazının tamamı okunmayınca farklı anlaşılmalara sebep olabileceği endişesiyle şunu söylemekte fayda var. Yazının tamamı okununca, bu yasaklayıcı ve ötekileştirici dilin ülkeye daha da zarar verdiği defalarca vurgulanmıştır.

Bir kişinin her konuda fikir beyan etmesinin ne kadar doğru olacağına varın siz karar verin. Bırakın tiyatro konusunda, Kültür Bakanı fikir beyan etsin. Tutuklu gazeteciler hakkında da Adalet Bakanı konuşsun.

Özdemir Asaf, ‘Bunca boş konuşan insanın arasında dilsiz olmak, engel değil, devrimdir.’ der. Ve duyduklarına tepki olarak tiyatro salonuna gelerek, Devran’ı dinlemeye başlardı herhalde.