Amerikalı savcı Bharara’ın “Veba” romanının yazarı Albert Camus’tan alıntı yaparak paylaştığı “Özgür basın iyi ya da kötü olabilir; ama özgür olmayan basın ancak ve ancak kötü olacaktır” cümlesi kaç gündür aklımın kılcallarında bir dua gibi süzülüp duruyor. Bu sözün, artık sözler içinde bir yeri var ve muhatabı da doğrudan Türkiye’deki medyadır.

İletişim fakültesinde okuduğum yıllarda medya tarihi dersinde baskı ve sansürün birçok komik gerekçesini gördüm. Ege’de çekilen bir filmde sahillere görüntülerde yer verilince 1950’li yılların haşmetli generalleri “Bu sahneyi çıkarın! Siz bu filmde ülkemizin güzel sahillerini göstererek Yunanlara çıkarma yapabilecekleri yerleri işaret ediyorsunuz!” dediklerini ve İzmir’in o zamanki harika doğasını işleyen filmin yolunmuş kaza çevrildiğini öğrenmiştim. Diğer bir filmin sansürlenme gerekçesi ise, filmdeki görüntülerde buğdayların cılız görünmesiymiş! Yönetmen, bir Amerikan filminden buğday tarlasını keserek filmine monte ettiğini, böylece ülkemizin bereketli ve zengin görünmesini sağladığını ve sansür kurulunu böyle atlattığını yazmıştı. Hele “Şoförün Karısı” filminin sansür kurulu tarafından reddedilmesi trajikomikliğin doruk noktasıdır adeta. Filmin bir sahnesinde birlikte yaşamaya karar veren Leyla ile Handan bir replikte “Kazancımızı ortaya koyar, beraber harcarız.” diye konuşurlar. Bu söz komünizm propagandası sayılarak film engellenir.

Derse giren hoca “Türk basın tarihi, kısacası sansür ve baskı tarihidir!” değerlendirmesinde bulunmuştu. Askerin ve hükümetlerin sansür ve baskı uygulaması kabul edilemez bir şeyse de anlaşılabilir bir durumdur sanırım. Daha kötüsü ise bir bütün olarak medyanın kendi kendine otosansür uygulamasıdır. Kendi iktidarını sürdürmek isteyen erk, adaletten ve eşitlikten uzaklaştıkça ilkin halkın haber alma, bilgiye erişme ve hakikati öğrenme hakkını gasp etmeye çalışır, dünya tarihine baktığımızda bu, şaşılacak bir durum değildir. Asıl şaşılacak şey; buna karşı duran medya mensuplarının az olmasıdır, medyanın bir kısmının baskılara, sansüre sessiz kalması; hatta bu baskıdan nemalanmaya çalışmasıdır.

Son yıllarda Türkiye’de gerçekten adı konulamayan ve kendine “gazeteci” sıfatını yakıştıran bir tuhaf mahlukat türedi. Siz adını “yandaş, tetikçi, yalaka, muhafız…” ne koyarsanız koyun tam karşılığını bulamıyorsunuz. Bu başka bir tür! Değerim dediği şeye bile bir gün sonra acımasızca saldıran, ilkesi olmayan, kıblesi belirsiz bir şey, sadece şey! İşin kötüsü düşüncelerinin toplumsal karşılığı yok; ama çeşitli medya araçlarına sahip oldukları için gün yirmi dört saat onların seslerine, görüntülerine maruz kalıyoruz.

Gautier, sinema ve iktidar konulu bir yazısında “Her sanat eseri gibi sinema eserlerinin de gerçek yargıcı halktır. Ve kimsenin halktan başka bir denetçi aramasına gerek yoktur. Bilgili ve acımasız bir denetçidir o. İzin vermediği hiçbir şeyi söyleyemezsiniz” tespitinde bulunur. Bu sözü tüm medya kolları için de kullanabiliriz. İktidarın ekonomik gücüyle ayakta duran bu medya gücünün gazete tirajları, reyting değerleri yerlerde sürükleniyor. Varlığını habere, hakikate ve barışa değil, iktidarın varlığına ve her türlü yalana, iftiraya armağan etmiş bu medyanın gerçekten doğru değerlendirilmesi, üzerine sosyolojik ve psikolojik araştırmalar yapılması ve tezler hazırlanması gerekir.

Bu medyanın halk nezdinde bir karşılığı yok, bir kanser kitlesi büyüyen bu medya, iktidarın sunduğu pasta küçüldüğünde kendiliğinden yok olacaktır. Toplumu ayrıştıran, yalan üzerine haber ve gerçekliği inşâ eden bir yapı uzun ömürlü olamaz. Temeli gerçekliğe ve toplumun istemlerine bağlı olmayan bir medya, geçici heveslerin ve aldatıcı iktidarların aracı olmak dışında bir işleve sahip olamaz. Tarihin derinliklerinde böylesi sayısız örneği bulabilirsiniz.

Aslolan kendini gerçekliğiyle ve dürüstlüğüyle var eden medyadır, gerisi yalandır!