“her başarısız kadının önünde bir erkek vardır!”
 
“İyi” bir kadın edilgen bir kimlik sergiler: Suskun, hanım hanımcık, itaatkârdır. Kocasının, babasının, oğlunun ve diğer akraba erkeklerinin sözünden çıkmaz, kısaca kendine biçilmiş rolleri eksiksiz yerine getirir… 

Doğa-insan ilişkisine baktığımızda da, doğaya yaklaşımımızın en kabul edilebilir noktasında bile kadını, ne kadar edilgen bir duruma soktuğumuzu dilimiz ve yaşantımız bize göstermektedir. (İnsan dendiğinde akla ilk, erkek gelmektedir, hâlâ: İnsanoğlu, human, ademoğlu, adam olmak vs.)

Kadının, insanın yeniden üretimini gerçekleştiren konumu değersiz kılınmakta ve ikincilleştirilmektedir. Kadın, bu üretimin öznesi olmasına rağmen, egemen zihni yapının söyleminde bir nesneden öteye geçememektedir. Örneğin kadın, nesebin devamı açısından erkek çocuk doğurma aracı olarak görülür. Kimi yerlerde hâlâ sürekli kız çocuk doğuran bir kadın, işlevini yerine getiremeyen bir araç olarak görüldüğünden, üzerine kuma gelmesine katlanmak zorundadır. Çocuk doğurmayı reddeden kadın; toplumun çok büyük bir kesiminde sevgisiz, bencil ve tembel olmakla suçlanarak toplumdan dışlanır.

Üretim ilişkileri açısından kadının konumu, tek tanrılı dinler karşısında bulduğu -aslında bulamadığı- yerinin doğadan kaynaklandığı açıklaması ile “doğal”laştırılır. İnsanın (üretici gücün) yeniden üretiminin yanında, yaşamın devamı için gerekli olan birçok temel gereksinim, özel alanda ya da kamusal alanda olsun yine kadın tarafından karşılanmakta. İş yeri-sokaklar ve evin kesin çizgilerle ayrıldığı bu feodal sistemle, kadınlar kamusal alandan yalıtılmakta. Oysa eviçi üretimde kadınlar, toplumsal yaşama çok daha fazla dahil olmaktalar. Kadın, yemek, temizlik çocukların bakımı ve okul ihtiyaçları, alışveriş, faturaların ödenmesi vb. gibi yaşamın devamı açısından zorunlu işleri üstlenerek erkeği kamusal alandaki üretim sırasında tüm bu işleri düşünmekten kurtarır. Böylece kadın hem iş gücünün (üretici gücün) yeniden üretilmesini sağlamış hem de yaşamın devamı için temel koşulları yerine getirmiş olur.

Ne var ki kadın, üretimle geçirdiği her vakit toplumsal hayatın özellikle karar mekanizmalarından uzak kaldığı içindir ki, tahakküm kuran ataerkil sisteme karşı varolma mücadelesinde çok da yol alamamaktadır. Tam da bu nedenle eviçi üretime farklı bir bakış açısı ile yaklaşmak gerekiyor. Kadının eviçi üretime mahkûm edilmiş olması bana göre emeğin sömürülmesidir. Dolayısıyla bu çok önemli konunun, kamusal arenada kendine büyük bir yer bulması gerektiğine inanıyorum.

Kadının, üretimde bağımsızlaşarak ve nesne olmaktan sıyrılıp özne olarak özgürleşmeye başlayacağını düşünüyorum.
Vericiliğin, kadının doğal davranışı olarak nitelenmesi sistematik bir öğretinin devamıdır. Bunun ideolojik nedenleri, yine kamusal alanda hak ettiği ilgiyi görmeli, bu konuda ciddi çalışmalar yapılmalıdır.

TAM TEŞEKKÜLLÜ KÖLE

Kadının eviçi emeğinin ekonomik karşılığı nedir?

Aile büyükleri ya da kocanın talebi üzerine, onların istediği sayıda çocuk doğurmak; çoğu zaman dini inançlar gereği istenmeyen çocukları da doğurmak; yaşlıların ve çocukların bakımı, tüm eviçi işlerin yapılması, ekonominin koca tarafından verilen para miktarınca düzenlenmesi, daha doğru bir ifadeyle verilen paranın yetiştirilmeye çalışılması, kadının eviçi üretimde de ücretsiz iş gücü olarak kullanılması (halı dokuma, dantel örme, tarlada çalışma vb.) -bu listeyi uzatmak mümkün- vb. işlerin yapılmasıyla sağlanan fayda değerlendirildiğinde sömürünün boyutlarını tahmin etmek hiç de zor değil.

“PERDELERİN KİRLENMİŞ”

Başımızı alamadığımız bir başka özel alan açmazında da; ev eşyaları üzerinde mülkiyet hakkı sanki kadınınmış gibi bir söylem kullanılmakta (perdelerin kirlenmiş, salonumu görmenizi isterim, halılarımı yeni temizledim, bardaklarımı yeni aldım vb.) Oysa gerçekte eşyanın sahibi erkek iken bakım sorumluluğu kadının olmaktadır. Kadın, “benim” dediği bu eşyaların hem ömrünü uzatmak zorundadır, hem de her türlü bakımını yapmakla mükelleftir.

Erkek hemen hemen hiç bir eşyanın sahibi olmadığı, daha doğru bir ifadeyle eşyalar üzerinde mülkiyet hakkını korumaktan öte hiç bir sorumluluğu olmadığı içindir ki, ancak canı çekerse iş yapma lüksüne sahiptir.

Erkeğin mülkiyetindeki eşyanın bakımını gönüllü biçimde üstlenmesi için, eşyalara sahip olduğu söylemiyle kadın onurlandırılırken (!), aslında yaptığı iş değersizleştirilmektedir. Eşyanın sözde sahipliği söylemi gümüş tepside sunulan bir hediyedir kadına ve kadının minnettar olması beklenir.

UCUNDA PARA VARSA, ERKEK İŞİ

Eviçi emeğin kamusal alanda (piyasada) ekonomik karşılığını bulduğu durumlarda da kadının, toplumsal statü açısından yine erkekten sonra geldiğini ve emeğinin ucuz iş gücü olarak sömürüldüğünü görmekteyiz. Kadının, sosyal güvenceden yoksun yaşamında birlikte yaşadığı (koca, kardeş, baba) erkeğe muhtaç konumda kalması; eğitimi engellenerek, erken yaşta evlendirilerek, eğitimi yarım bıraktırılarak, erken yaşta çocuk sahibi olunarak, eksik ve erkek için yaratılmış bir varlık olduğu çok küçük yaşlardan itibaren kabul ettirilerek bu ucuz, çoğu zaman bedava iş gücünün kaybedilmemesi sağlanmakta ve bu konumu hem dini hem ahlaki hem de doğa koşulları gibi olgu ve normlarla meşrulaştırılmaktadır.

Karın tokluğuna yapılan bu işlerin kadının doğasından geldiği düşüncesine karşılık, para kazanılan terzilik, aşçılık, temizlikçilik, garsonluk gibi mesleklerde erkeklerin en az kadınlar kadar, hatta onlardan çok daha başarılı olabildiklerini bilmekteyiz. Bu başarının nedeni acaba erkeklerin doğalarından gelen bir yetenekle bu işlere yatkınlığı olabilir mi? Tabii ki hayır. Kadınların doğasında da böyle bir yetenek olduğuna inanmıyorum. Tüm bu işlerin, değişen yaşam dinamikleri de gözardı edilmeden öğrenilen işler olduğunu düşünüyorum.

Sonuç olarak; Doğa bir bütündür. Doğanın bütünselliği kadın ile erkeğin farklılığını içinde barındırır. Bu bütünsellik yaşamın devamı için son derece gereklidir...

GÖKYÜZÜNÜN YARISI BİZİM

Bu bütünsellik içinde biz kadınlar, hak ettiğimiz yaşamımıza kavuşmak ve onu korumak için çok şey yapmak zorundayız. Önce görmemiz gereken bir şey var.

Gökyüzünün yarısı biz kadınların. Yani dünyanın yarısı. Öyleyse politikamız ve irademiz siyasi arenada bir yer bulmak zorunda. Yeni bir demokrasi tanımı yapmalıyız örneğin, içinde hem kadının hem de erkeğin olduğu. Örneğin, eviçi emeğin kadının görevi olmadığını kamusal alanda anlatmalıyız. Özel alanın, özel alan olmadığını, aile içi tecavüzün ve diğer şiddet türlerinin bir kamusal sorun olduğunu anlatmalıyız. Siyasi arenada kadın üzerinden politika yapılmasının önüne geçmeliyiz örneğin. Dilde cinsiyetçiliği teşhir etmeliyiz.

Listemizi uzatmak mümkün kuşkusuz. Görüyoruz ki ne çok ayrımcılığa maruz kalıyoruz. Evimizde özgür olsak dahi sokakta, işyerimizde, tarlada  özgür olamıyoruz.

KENDİMİZDEN BAŞLAYALIM

Gerek feodal değerler, gerek tek tanrılı dinler ve gerekse kapitalist üretim tarzının kullandığı en önemli argüman olan kadının erkek için var olduğu düşüncesi, artık yerini kadının özne olarak var olabildiği bir yaşam biçimine bırakmak zorundadır. Kadın, yedek ve ucuz iş gücü doğurmak suretiyle insanın yeniden üretimi konusunda nesne olmaktan en önemlisi de erkek için var olan bir cins olmaktan vazgeçmeli ve kendi yaşamına sahip çıkmalı, aynı zamanda üretimini de kendi belirlediği yaşam ilkeleri ölçüsünde yapmaya başlamalıdır.

Tekrar belirtmek isterim ki doğa bir bütündür. Doğanın bütünselliği kadın ile erkeğin farklılığını içinde barındırır. Yaşamın devamı için bu bütünsellik mutlaka gereklidir...