Her yıl Haziran ayında uluslararası çalışma örgütü (ILO) Cenevre’de toplanır. Toplantının katılımcısı hükümetlerin temsilcisi Çalışma Bakanları, işçilerin temsilcisi sendikalar ve sermayenin temsilcisi işveren örgütleridir. Ömer Dinçer’in bakan olduğu dönemde (2009) KESK adına ILO toplantısına katıldım. Türkiye işçi sınıfı adına Türk İş konuşmacı olduğu için bizim düşüncelerimizi yansıtması mümkün değildi. Biz toplantıyı ayrı bir bölümde gözlemci olarak izliyorduk. Asil üyelerin bulunduğu salona elektronik giriş kartları farklı olduğu için geçmemiz yasaktı. Filistinli sendikacı arkadaşımın kartını alarak asil üyelerin bulunduğu salona korsan olarak girdim. Bakan Ömer Dinçer konuşurken “Şu an konuşan adam doğru söylemiyor” başlıklı bildiriyi salonda dağıtmaya başladım. Üç farklı dilde hazırladığımız bildirinin içeriği örgütlenme özgürlüğü, grev ve toplu pazarlık hakkı ve sendikal hak ihlallerini anlatıyordu. Bakan konuşmasını tamamladı salonda derin- soğuk bir sessizlik oldu. Daha sonra milletvekili olan Hak İş temsilcisi çok tedirgin ve gergin olarak yanımda bitiverdi. Anladım ki bakanı korumak üzere orda bulunuyordu. Daha sonra kürsüye Afrika ülkelerinden hatırladığım kadarıyla Kenya Çalışma Bakanı çıktı ve kendisinin aynı zamanda işveren sendikaları başkanı olduğunu övgüyle vurguladı. Böyle bir durum ancak Afrika ülkelerinde olabilirdi. Anlaşılan o ki göstermelik sözcüye gerek duymamışlar yada bizim bir türlü hayata geçiremediğimiz doğrudan demokrasiyi hayata geçirmişler…! Karaman lisesinde okuduğum yıllarda çocukluğumda hiç görmediğim muzu hayatımda ilk kez yemiştim, ama muz ile cumhuriyet arasındaki ilişkiyi yıllar sonra Cenevre’de anlamış oldum.

Türkiye “demokrasisi” çok hızlı gelişti, özel okulları olan Milli Eğitim bakanı, özel hastaneleri olan sağlık bakanı oldu. Böylelikle Afrika ülkelerinde uygulanan doğrudan demokrasiye ulaşmış olduğumuzu “idrak” etmiş bulunuyorum.

Konunun özüne gelelim, resmi rapora göre dünya genelinde silahlara ayrılan bütçe artıyor. 2018 yılında, savunma harcamaları 1 trilyon 800 milyar dolar oldu. Şimdi ise 2 trilyon doları geçti. Bu şu demektir, savaş sanayinin ayakta kalması için savaşlar devam etmeli ve insanlar ölmeli. Aynı şekilde ilaç sanayinin büyüme hedefi 2023 yılında bir buçuk trilyon dolar. Sağlık hizmetlerinde harcanan para ise 8 trilyon doları geçmiştir. Silaha ayrılan paranın dört katı.

Durum böyle olunca sağlık meselesi “sağlık” olmaktan çıkmış ve sağlık sektörü olmuştur. Sekiz trilyonluk payı şirketlerin kapabilmesi, için sağlıkta dönüşüm adı altında özelleştirmelerin gerçekleşmesi gerekiyordu. Özel hastanelerin var edilmesi hikâyesine giden yol böyle inşa edildi. Bu konu aynı zamanda hastanın müşteri olma sürecinin hikâyesidir. Koruyucu hekimlik ortadan kaldırılarak, insan sağlığı küresel şirketlerin insafına bırakılmıştır. Diğer özelleştirme konuları ile birlikte düşündüğümüzde devlet şirketlerle iç içe geçerek şirket devletlere dönüşmüştür. Böylelikle, parlamentoya, hukuka, adalete, bilime, üniversitelere, kamusal alana ihtiyaç kalmamıştır.

Bu konulara itiraz edenlerin ise susturulması gerekir. Her kafadan ayrı ses çıkmaması için kanun, polis, jandarma, özel kuvvetler ve hatta mahallelerde bekçilerin dolaşması gerekir. Gazetelerin akıl birliği ile aynı manşetlerle çıkması gerekir.

Bu acımasız vahşi sömürü düzeni devam ederken dünya sağlık örgütünün pandemi ilan etmesi şirketleşen devletleri bocalattı. Bir tarafta ölümle burun buruna gelmiş yığınların yaşam hakları, diğer tarafta tatlı paralar kazanan şirketler. Her iki kesimi aynı anda korumak mümkün mü? Çok zor. Üretimin devam etmesi evde kalmayın demektir. İşten atılmalar serbest demektir.

En üst düzeyden yapılan açıklamalarla şirketlere ekonomik destek programları açıklanıyor. Siyasi iktidarın şirketlerle dayanışma içerisinde olduğu konusunda hiç şüphemiz kalmamış oluyor.

AKP’nin halkla dayanışma içerisinde olduğu konusu ise şaibelidir. Bu şaibeyi kaldırmak için ülkenin AKP’li başkanı yardım kampanyası başlattı. Tatbiki olarak halkla dayanışma içinde olmak için halktan para toplama konusunda düğmeye bastı. Yıllardır sendikaların talebi olan, çok para kazanandan çok, az para kazanandan az vergi talep etseler de olurdu, ama böyle yapmadı, doğrudan demokrasi gereği direk istedi. Ve kendisi cesaretle yedi ay maaşsız yaşamayı göze aldı. Bilinir ki memleketin yardım severleri çoktur, fotoğraf karesinde görünmek için, akın akın koştular.

Sayın okuyucu durumu anlamanızı isterim, bazı şirketlerin hem bağış yaptığı, hem de çok sayıda işçiyi işten çıkarttıklarına tanıklık ettiğimiz zor günlerden geçiyoruz.. !

Yerel yönetimlerin başlattığı bağış ve yardımlaşma kampanyasını başkan doğru görmedi, iki başlılık iyi olmaz dedi. Sonra da gereği yapıldı.

Madem öyle aynı gemide değiliz diyen sendikalar, demokratik kitle örgütleri, meslek odaları, platformlar, sivil inisiyatifler dayanışma ağlarını gerçekleştirmek için önemli bir çaba içerisine girdiler.

Adolf Kavgam kitabında ülkedeki bütün aksaklıkların nedeni olarak Yahudileri, Çingeneleri ve bazı azınlıkları gösterdi. Vasiyetinde bonkörlük yaptı mal varlığını devlete ve partisine bıraktı. Siyasi vasiyetinde ise Yahudilerle Bolşevikleri yok etmekten asla vaz geçmeyin dedi.

Koronalı bu günlerde Adolf yaşasaydı acaba kamplardaki Yahudileri ve komünistleri serbest bırakır mıydı?

Diye düşündüm…