Semih Özakça’nın, insan hakları savunucularının ve kimi gazetecilerin tahliye edilmelerine sevinmek... Tutuklulukların, kötülüklerin boyutuna baktığımızda bazen bu buruk sevinçler de güzel ama bu onların neden üç boyunca tutuklu kaldığını sorgulamamıza engel değil. Cezaevinde tutulan gazeteci meslektaşların ve daha birçok insanın sudan sebeplerle veya salt iktidar öyle uygun gördüğü için tutuklu olduğu gerçeği de işte orada!

Adaletsizlik sürüyor. Hem adaletsizlik hem de insanları itham etme pespayeliği…

Cumhurbaşkanı’nın başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu tarafından yayımlanan Kanun Hükmünde Kararname ile işleri ellerinden alındığı için Ankara’da önce İnsan Hakları Anıtı’nın önünde “İşimizi geri istiyoruz” yekvücut eylemiyle sonra da artık bir ölüm orucuna dönüşen açlık greviyle işlerine geri dönmenin yollarını arayan Nuriye Gülmen ve Semih Özakça tutuklandığında İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun sözlerini hatırlayın:

“Yiyorlar, içiyorlar, ertesi sabah 9’da oradaki yerlerine gidiyorlar. (...) Bunlar terör örgütü adına birçok eylemin altına imza atmışlar (…) Biz çocuklarımızı terörist olarak eğitsinler diye okula göndermiyoruz.”

Bakan, onları yalnız yiyip içmekle itham etmekle kalmıyor Devrimci Halk Kurtuluş Parti/Cephesi (DHKP/C) örgütüne bağlı olduklarına dair peşin hüküm veriyordu. (O günlerde avukat Selçuk Kozağaçlı Gülmen ve Özakça’nın herhangi bir adli sicil kaydının bulunmadığını açıklamıştı.)

Gülmen ve Özakça ilk duruşmaya güvenliğin yetersiz ve sağlık koşullarının yerinde olmadığı gerekçeleriyle hapishane hastanesinden getirilmedi. Son duruşmaya ise Nuriye Gülmen’in tutulduğu hastane, sağlık durumunun hayati risk içerdiği gerekçesiyle getirilmesine izin vermedi. Özakça adli kontrol ve elektronik kelepçe takılması şartıyla serbest bırakıldı.

Her ikisi de ülkenin okullarında öğretmen, akademisyen olabilme vasıflarına sahip insanlar. Nuriye Gülmen’e önce Selçuk Üniversitesi’nde kadro verilmiş, ne var ki Osmangazi Üniversitesi’nde görevlendirilmişti. Sözleşmesi yenilenmediği için açtığı davayı kazanan akademisyene yeniden Selçuk Üniversitesi’nde görev verilmişti. Özakça ise Mardin Mazıdağı Cumhuriyet İlkokulu’nda üç yıldır sınıf öğretmenliği yapıyordu.

O mesleğe başlangıçta sınavlar, mülakatlar vb. değerlendirmeler dâhilinde gereklerini yerine getirdikleri, bu alanda yeterlilikleri olduğu tespit edilerek tüm bu görevleri onlara veren devletti aslında. Ama sorgusuz sualsiz haklarını geri alan da yine devlet. Aldığı anda insanların gözlerinin içine baka baka bir yandan konu “yargı” sürecinde deyip diğer yandan “terörist” diye yaftalayan da yine aynı devletin içişleri bakanıydı. Hatta iki eğitimciyi “yiyip içiyorlar” diye “tiye” alan da.

İnsan hakları ihlallerinin bu kadar arttığı bir dönemde kötülük elinin insan hakları savunucularına ulaşması an meselesiydi. Nitekim 5 Temmuz 2017’de Büyükada’da travma/stresle baş etmek ve veri güvenliği konulu bir toplantıda bir araya gelen sivil toplumcular polis baskınıyla apar topar gözaltına alınmıştı.

Haklarında hazırlanan iddianamede “silahlı terör örgütlerine yardım etme” ve “silahlı terör örgütüne üye olma” suçları yöneltiliyordu. 15 yıla kadar hapisleri isteniyordu. Casuslukla, darbecilikle, bölücülükle suçlanıyorlardı.

Ancak geçen gün her biri adli kontrol şartıyla tahliye edildi.

Geriye iktidar medyasının adil, bağımsız bir yargısı olan demokratik bir ülkede suç sayılacak “Karanlık toplantı”, “İhanet toplantısı”, “Bu deliller affedilemez” yazılı akılsız izansız manşetleri kaldı. Ama en çok da Cumhurbaşkanı’nın “Onlar adeta 15 Temmuz’un devamı niteliğinde bir toplantı için bir araya geldiler” ithamı.

Siyasi iktidar ve onun propaganda aygıtlarının vazgeçemediği, çünkü bu düşmanlaştırmadan besleniyorlar, bir alışkanlığı insanları suçlu ilan etmek, yalan yanlış haberlerle insanları karalamak.

İş insanı ve sivil toplumun tanınan simalarından Osman Kavala’nın havaalanında gözaltına alınmasından sonra da yaptıkları gibi. Erdoğan, Gezi eylemlerini kastederek “Taksim olaylarının arkasındaki kişi”, “Türkiye’nin Soros’u” diyerek Kavala’nın “bağlantılarının çıktığını” ileri sürdü.

Böyledir: Önce hedef kişi belirlenir. O insanla ilgili “ortaya çıktı”, “iddia ediliyor” türünden kaynaksız dayanaksız haberler yapılır veya yaptırılır. Kara propaganda giderek yayılmaya başlar. Söylemler, yaftalamalar, yazılanlar, nefret söylemleri dozunu artırır. Sonra o yazılanlara kendileri de inanmaya başlar. Tek “gerçek” vardır artık: Yalan!

Günü gelip mahkemeler, adalet gerçekleştiğinde değil, ama tahliye kararı verdiğinde utanabilecek bir yüzlerinin dahi olmaması tek sorun değil aslında bu çamur at izi kalsın iktidarında; Murat Sabuncu, Ahmet Şık, İnan Kızılkaya, Mehmet Altan, Hanım Büşra Erdal, Gökmen Ulu gibi 152 medya çalışanı aylardır özgürlüklerinden mahrum. Mektup yasakları, görüş kısıtlamaları, insanlık dışı cezaevi uygulamaları da cabası.

Ama görüyoruz ki kendini “metal yorgunu” sayan o iktidar da çatırdıyor işte.

Şairin deyişiyle saraylar saltanatlar çöker kan susar bir gün zulüm de biter.