Son günlerde haber sitelerinin sayfalarına korkarak giriyorduk. Kendi adıma Ebru ile ilgili bir haberi göreceğim endişesiyle sayfaların neresine bakacağımı şaşırıyordum. Ve nihayet o kötü haber geldi.

Kalbi durmuştu. Canlandırmaya çalışıyorlardı. 238 gün aç kalan bir bedende bu kalbin bir daha atamayacağını herkes gibi anladım.

Anladığımız başka şeyler de vardı öncesinde.

AKP faşizminin önceki faşist yönetimlerinkinden de ağır bir baskı ve imha politikasını utanmadan, büyük bir kin, saldırganlıkla sürdürdüğü, insanlıkla, insan haklarıyla aralarına ördükleri demir ağdan en küçük bir vicdani hassasiyetin, demokratik değerlerin geçmediğiydi.

Kendi adıma zaten önceki vaatlerinde de, “Çözüm Süreci” döneminde idam edilen solcu gençlerin isimlerini anıp gözyaşı döktüklerinde ve barış dediklerinde de duyduğum sadece iki yüzlülüğün yol açtığı mide bulantısıydı. Onlara hiçbir zaman inanmadım.

Gerçek yüzlerini her fırsatta çok fazla saklamadan yeniden, hep yeniden defalarca gösterdiler.

İktidarlarının ellerinden kaydığını gördüklerinde “Çözüm Süreci”ni bir tarafa bıraktılar. Kışkırttıkları hendek olayları, Diyarbakır, Suruç, Ankara katliamları, hukukun ayaklar altına alındığı yargılamalar, Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ ile birlikte binlerce HDP’linin, muhalifin cezaevlerine doldurulması, kontrollü darbe ile tüm ülkeye tuzak kurulması, ardından ülkenin bir hapishaneye çevrilmesi arka arkaya geldi. Hepsi iktidarlarını sürdürmek, yolsuzluk, hukuksuzluk batağında boğulmalarını engellemek içindi.

Bütün dünya Osman Kavala, Selahattin Demirtaş ve onlar nezdinde diğer siyasi tutsakların hukuksuz yargılanmalarını, mahpusluklarını sorgular ve protesto ederken hükümet büyük bir pişkinlikle eleştirilere kulaklarını tıkamakta, mahcubiyeti aklına dahi getirmemekte.

Görevlerinden alınan yargıçlar, dağıtılan mahkemeler, içerideki gazeteciler, bir tahliye edilip bir tutuklanan Ahmet Altan ve binbir türlü rezillikler batağında arsızca yaşayabilen bir insan türü haline geldiler.

Hukuk ve insan hakları alanındaki skandalları, ağır ihlalleri övünç madalyası gibi asıyorlar. Tarihin çöpe attığı ne varsa çıkarılıp giyiniliyor.

Garip ama eskiden faşizmin bir utanması vardı. Katletse, kaybetse, işkence etse, haksız yargılasa da devlet sorumluluktan sıyrılmaya çalışırdı. Kaybedenler ve yargısız infaz edenler Hizbullah’tı, işkence devlet düşmanlarının karalamasıydı, mahkemeler bağımsızdı vs.

Şimdi bir sokak onlarca polis ile basılıyor ve insanlar kaçırılıyor, kaybediliyor, aylarca işkence altında tutulup birden bire bir polis merkezinin önünde, sokak ortasında polis tarafından güya gözaltına alınıyorlar. Devlet göstere göstere kaçırıyor, kaybediyor.

Darbeci olsun olmasın işkence insanlık suçu olmasına rağmen 15 Temmuz sonrasında insanlar işkenceden perişan halleriyle kameralar önüne çıkartılıp teşhir edildi bu ülkede.

Onun da ötesinde işkence, yargısız infazlar açık havada, evlerde yapılıyor. Sorumlular yerine olayları görüntüleriyle belgeleyenler soruşturuluyor, tutuklanıyor.

İstenmeyen kararları veren mahkeme heyetleri dağıtılıyor, hakimlere görevden el çektiriliyor, hukuk ve mantıkla zerre kadar alakası olmayan gerekçelerle insanlar tutuklanıyor, cezaevlerinde tutuluyor.

Eski ölüm oruçları, açlık grevleri dönemlerinde hükümetler sözde savundukları insan hakları ilkelerini iyice ihlal eder görünmemek için ölen sayıları az olsun diye uğraşırdı, kimi tavizler verilirdi. Şimdi hak adalet için bedenlerini açlığa yatıranların ölümlerine seviniyor, daha da ölsünler diye uğraşıyorlar.

Açık faşizm uygulamalarında sınır çoktan aşıldı. Daha da ötesi hedefleniyor.

Böyle bir ortamda iktidar tahliyeleri engelleyerek Ebru Timtik’i öldürdü. Bu çok failli bir cinayettir.

Ölümden beslenip, kendi tabanından insanlarla şehit tepeleri vaadinde bulunan devlet, düşman gördüklerinin ölü bedenlerinden daha büyük tepeler yaratmayı hedefliyor. Helin, Mustafa ve İbrahim’de de bunu görmüştük.

Böylesi bir tarihsel konjonktürde ilerici insanlık değerleriyle hiçbir ilişkisi kalmamış devleti demokratik değerleri referans alan bir tartışma, insani hassasiyetlere seslenen ölüm orucu türü eylemlerle dönüştürmek, ona geri adım attırmak mümkün değil. Bunlardan anlamayacakları açık onların. Bahsettiğimiz değerlerin, vicdanın halk tarafından sahiplenilmesini, yetmez savunulmasını sağlama mücadelesini yükseltmek gerekiyor.

Yaptıklarınızın insan hakları ve demokratik değerlerle bir ilgisi yok” demenin, iki yüzlü tutumları ifşa etmenin bir anlamı kalmadı. Artık faşizm iki yüzlü de değil. Tek bir yüzü var artık onun. “Evet, o dedikleriniz yerli milli, İslami değil. Şimdi fetih, kılıç, itaat zamanıdır” diyorlar.

Tekrar hatırlatalım, ölüm oruçları halkların vicdanını yükseltip toplumsal hareket yaratarak devletler üzerinde baskı oluşturmak için yapılmaktadır. Çok istisnai koşullar altında, ancak son çare olarak düşünülebilir ve klasik bir mücadele aracı olarak tanımlanacak bir niteliğe sahip değildir.

Haksızlık ve adaletsizliklerin İslamcısından, liberaline, Kemalist’inden Marksist’inkine kadar toplumun tüm kesimlerini sardığı, direnmenin, mücadelenin binbir türlü yollarını keşfetmenin, üretmenin mümkün ve gerekli olduğu bir ortamda bu eylem tarzına başvurmanın koşulları bulunmamaktadır.

Farklı düşünen devrimciler, sol-sosyalist cepheden insanlar son olarak Ebru gibi yaşamlarını hiçe sayıp hak, adalet ve insanlık için her türlü bedeli ödeyeceklerini yüzlerce kez ölüm orucu eylemleriyle ortaya koydular. Eleştiren olacaktır ama ben bu eylemlerin siyasi ve insani sonuçlarını olumlamıyorum. Mutlaka halkta uyandırdığı fedakarlık ve mücadele azmine saygı duygularının ve bundan kaynaklı kimi katılımların, öfke ve azim büyümesinin (tam tersi yenilgi ve pasifikasyon da yaratabiliyor) bu sonucu haklı çıkardığı kanaatinde değilim.

Ama yanılıyor bile olsam gün bir daha bu kararlılığımızı ölerek ispatlama, ölümle bir şeyler anlatabilme, dönüştürme günü değildir. Kaybedilen yaşamlar bizlerin gördüğü ve göremediği neyi kazandırmış olursa olsun artık o kazanımlara daha fazla ihtiyacımızın olmadığı açıktır. Bundan ötesi bize düşmanlık duyanların güçlenmesi, onlar karşısında her açıdan daha fazla zayıflamamız sonucunu doğuracaktır.

Gün bugüne kadarki kazanımlarımız, birikim ve deneyimlerimizle, mücadele ateşinin yaşam pahasına sürdürülüyor olmasının verdiği güçle hep birlikte düşünme, tartışma, tasarlama, bu haksız düzene karşı kimi zaman ilmek ilmek kimi zaman da Gezilerdeki gibi çağlayarak mücadele etme günüdür. Hapishanelerde kalanlar da, milyonların yüreklerinin onlarla attığını bilerek direnmeli, olabildiğince üretmelidir.

Bu topraklardaki mücadelenin kahredici ama göze almamız gereken gerçekliği olan ölüm görevini beğenelim, beğenmeyelim, öyle ya da böyle fazlasıyla yaptı. Gerekirse yine canımızı feda edeceğiz. Ama bugün ölümü ellerimizle büyütmek çok ağır ve milyonlar için kabul edilemezdir.

Bugün insanca yaşam isteyenlere düşmanca yaklaşanlara karşı bir gün daha fazla yaşamalıyız.

Onların yüzüne karşı her gün yolsuzluklarını, hırsızlıklarını, zulümlerini haykırmalı, bu sesi herkesin duyacağı, anlayacağı şekilde büyütmeli ve bir gün onların adil yargılanıp hukuk önünde hesap verecekleri bir düzeni kurma mücadelesini yükseltmeliyiz.

Ne yazık ki bu yolda yanımızda artık Ebru da yok. Ama daha fazla kayba tahammülümüz de yok.