Ülkenin en puslu yerine şöyle bir dönüp bakın, oralarda, hep Kürtler'in yaşadığını görürsünüz. Bu onların kaderi değil elbet. İsteği, dileği hiç değildir..

Kendi coğrafyalarında, toprağa değdirdikleri alın teriyle yaşarlarken sürüldüler, ülkenin her bir vilayetine. Öyle rica minnetle değil, sürgünlüğün en kanlı tarihi yazılarak, mecburiyete mahkum edilerek, koparıldılar yerinden yurdundan. Gidenler, bu ülkede yabancısı oldukları metropollerde, en yoksul, en sahipsiz semtlerde, bir yaşam mücadelesi verdiler. Yaşamak için ve yaşatmak için... Çok zordur, insanın sürekli gidip geldiği ve çok iyi bildiği yollardan uzakta olup, yabancı bir semtin yolcusu olması ve ordan nereye gideceğini, nereye ulaşacağını bilmeden yol alması. Hangi şehrin hangi sokağına yönünüzü çevirseniz, orda kan ağlayan ve isyan eden bir öykünün sahibine rastlarsınız ve o öykünün o şehre o semte ait olmadığını hemen görür ve anlarsınız. Bir başka coğrafyaya aittir çünkü o öykü. Bir sabah köylerine gelen resmi üniformalı birilerinin "derhal burayı boşaltın" sesleriyle irkilip, sonrasında da orayı terk etmek zorunda kalan insanlara ve o insanların kadim coğrafyasına aittir o öykü. Yağmalanmış, yıkılmış, yakılmış köylere; işkence görmüş ve katledilmiş insanlara aittir. Daha fazla eksilmemek için, daha fazla ölüm ve zulüm görmemek için, bugüne kadar sahip oldukları her şeyi geride bırakıp, bilmedikleri bir yere bilmedikleri bir yolculuğa çıkışlarının, çıkarılışlarının öyküsüdür o..

Bir de geride kalanlar var. Her şeye rağmen sahip olduklarından bir adım öteye gitmeden direnenler var. Kendi bildikleri topraklarda, bildikleri bir dilde yaşamak isteyenler var.. Gidenlerin öteki görüldüğü bir yerde, mahkumiyetlerinin ve ayakta kalma çilelerinin yanı sıra, kalanlarda da terk etmeyişlerinin çilesi var. Gitmek mi daha zor yoksa kalmak mı daha zor... Her ikisi de aynı acının mevsimidir aslında Kürtler için. Soğuktur, ıssızdır, yabancıdır ve ölümdür. Çünkü adın ve kimliğin seni ele veriyor kaldığın yerde de gittiğin yerde de. Yani, ne gittiğin yerde rahat veriyorlar ne de kaldığın yerde. Çünkü tenin ve dilin farklı ve yasaklı. Yani sana ait olan, senin dışında herkes tarafından yasaklanmış. Dolayısıyla, gidenlerin ve kalanların acısı hiç değişmemiş bu coğrafyada aslında. Gidenler hep yabancı olmuş, yabancı görülmüş. Ötekileşmiş ötekileştirilmiş. Hep nereli olduğu sorulmuş önce.. Bir yerde iş ararken, çalışırken, ev ararken, komşu edinirken, alışveriş yaparken, herhangi bir okulda okurken, yuva kurmak isterken, konuşurken, ağlarken, gülerken...

Adeta, hiç olmayan bir mevsimin kışı muamelesi görmüşler.

Kalanlar ise; zülüm görmüşler, öldürülmüşler ve atılıvermişler kökleriyle bağlı oldukları toprağın üstüne..

Sonra da faili meçhul diye bir isim koymuşlar inceden inceye, açık açık, bilinmesin, duyulmasın, görülmesin, peşine düşülmesin diye. Adeta o coğrafyanın kimliğine yazılmış zulümler, kayıplar ve cinayetler... İşte bütün bu acıların ve kayıpların içinden gelenlerden biridir bu coğrafyanın elçisi Tahir Elçi.

Tanığıdır yani yaşatılan bütün sürgünlerin, yerle bir edilen köylerin, yağmalanan, yakılan, yıkılan evlerin, öldürülüp bir çöplüğe yada yol kenarına bırakılanların. Çünkü o da böyle bir coğrafyada 1966 yılında Şırnak'ın Cizre ilçesinde dünyaya gelir ve herkes kadar bilir, herkes kadar tanıktır faili belli cinayetlere..

Ondan olsa gerek Cizre'den çıkıp tüm zorlu şartlara rağmen 1991 yılında, Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesini okuması. Bu yüzdendir hem kendini iyi yetiştirmesi hem de insanları adalete ulaştırmak için durmaksızın çalışması ve dönemin çok zor şartlarına rağmen adaletsizliğe asla boyun eğmemesi..

Yani bütün bu zor ve sert koşulların egemen olduğu bir dönemde avukatlığa başlamış Tahir Elçi… Yakılan, yıkılan, boşaltılan köylerin, gözaltına alınıp kayıp edilen insanların, faili belli ama meçhul diye üstü kapatılan cinayetlerin izini sürmek ve ortaya çıkarmak için bu mesleği kendine yol eylemiştir. Bütün bu haksızlıkları görüp sessiz kalmaması ve mücadele edebileceği her yola başvurması, her yolu denemesi üzerine, Cizre’ye dönmeyip 1992 yılında Diyarbakır’a yerleşir. Orda hukuk mücadelesini sürdürür. Bundan sonra ki meslek hayatını, üzeri kapatılmış gerçekleri ortaya çıkarma mücadelesine dönüştürür. Bütün davaları da bu konular üzerine olur. Tahir Elçi aynı zamanda Diyarbakır Barosu Başkanı olur.

“BEN BU KURŞUN SESİNİ NERDE OLSA TANIRIM"

Tahir Elçi, bir adalet savunucusu, iyi ve kararlı bir mücadele adamıydı. Çünkü adaletsizliğin hüküm sürdüğü bir coğrafyada doğmuştu ve bu da ona başka bir şans tanımıyordu. Doğruları aramak ve ona ulaşmak epey zor olsa da koşullar buna itiyordu. Ve bir gün hak ve adaletin yerini bulacağına inanıyordu. Bütün bu çabalarının bir karşılık bulacağına dair güçlü bir inancı vardı. Bu inanç dolayısıyla Tahir Elçi'yi daha kararlı, daha cesur yapıyordu. Israrla bütün bunların üzerine gitmesini sağlıyordu.

Tahir Elçi, Barışı savunan bir barış elçisiydi. Hayatını insanları yaşatmaya adamıştı. Bunun içindi bütün gayesi. Hak ve adaleti getirmek, bütün insanların insanca yaşamasını sağlamaktı. Ölmeden, öldürmeden, yakmadan, yıkmadan, sürgün edilmeden, kaybolmadan, kaybettirilmeden... Öyle ki; Onun ölümünü kabul etmeyip "gidiş" olarak niteleyen sevgili eşi Türkan Elçi'ye, öğretmenlik mesleğini bıraktırıp, Hukuk okumaya ikna edecek kadar da, adalet duygusu, hak ve hukukun üstünlüğüne olan inancı güçlü biriydi.

Tahir Elçi tüm bu mücadelelerinden ve düşüncelerinden ısrarla vazgeçmediği için faili belli bir cinayete kurban gitti.

28 Kasım 2015 tarihinde, Diyarbakır'da, 4 ayaklı minare önünde, “Tarihimize, kentimize dokunmayın!” çağrısı yaparken vuruldu. Bugüne kadar kendi coğrafyasındaki insanlar için ne istediyse, o coğrafyanın kültürleri ve değerleri için de aynı şeyi istemişti. Kaybolmasınlar, yok olmasınlar...

Üzerinden 2 yıl geçmiş olmasına rağmen, hiçbir şüphelinin dahi bulunamadığı bu faili belli cinayet, ardından hafızalarımıza kazınan "neden benim babam" diye soran bir kız çocuğunun, hepimize o sorumluluğu yükleyen bakışlarını, bir erkek çocuk ve ne olursa olsun onun mücadelesini yaşatmaya söz veren bir eş bıraktı. Bir de, bu halkın gönlünde unutulmaz bir hayatın, unutulmaz bir elçisini...

Tahir Elçi hayatını, faili meçhul cinayetlerin ortaya çıkarılmasına adadı, kendisinin de bir gün böyle bir cinayete gidebileceğini bilmeden..

Ama bu faili belli cinayeti gerçekleştirenlerin, Elçi'nin ortaya koyduğu kararlılık cesaret ve iradeden korkanlar olduğunu ve toplumun nezdinde ve vicdanında bunların bilindiğini ve orda yargılanacaklarını unutmamak gerekiyor. O, bu ülkeye barış gelsin istiyordu. Barışı getirmek isteyene sıkılan kurşunun kimin elinden çıktığını tahmin etmek zor olmasa gerek.

Tıpkı Ahmet Kaya'nın dediği gibi;

"Diyarbakır ortasında vurulmuş uzanırım

Ben bu kurşun sesini nerde olsa tanırım"

Çünkü, barış güvercinine sıkılan o kurşun, aslında bu ülkenin halkına, hak ve adaletine sıkılmıştı...