İmralı Özel Güvenlikli F Tipi Cezaevi'nde tutulan Abdullah Öcalan'a cezaevi yönetimince verilen televizyona, eğer 'toplumsallaşma' sağlayan bir araç, bir eşya olarak bakılırsa, kendi rızası olmadan 'sunulan' bu eşyanın işlevi daha iyi anlaşılmış olacak.

Bir eşya olarak televizyonu 'gidip bizzat kendisi alan-sahip olan' olmayan olarak Öcalan'a bu 'ritüel ilişki nesnesiyle' ısrarla kurdurulan ilişkide yatan neden de aslında devletin Öcalan'ı kendi ön gördüğü bir toplumsallığa davet ve dahil edişidir.

Yani Öcalan, bir nesne olan bu televizyonla beraber onun sözde 'toplumsallığına' da dahil edilmiştir. Hem de devletin kendisi tarafından.

BİR İMGE YANSITICISI OLMADAN ÖNCE, BİR 'EŞYA' OLAN TELEVİZYON

Fransız düşünür Jean Baudrillard, televizyonun "bir imge yansıtıcısı, bir alıcıya seslenen bir gönderici olmadan önce, belli bir imalatçının belli bir kişiye sattığı nesne" olduğunu söyler.

Baudrillard, devamla 'televizyon' için şu yorumu yapar:

"Televizyon toplumla bütünleşme ve bir yer sahibi olunduğunu gösterme açısından da önemli bir kanıttır. Bu araçla kurulan ilişkinin üç temel unsuru vardır: Kişi hem mantıksal açıdan kendisini tatmin eder; hem toplumsal bir görevi yerine getirmenin karşılığı olarak mal sahibi olur; hem de toplumsal koda uyduğu için o eşyadan yararlanarak ödüllendirilir." (1)

Baudrillard'ın televizyon üzerine bu analizi, bir eşya olarak televizyonu 'gidip alan ve bu sürece bizzat dahil olanlar' için geçerlidir.

Peki, İmralı Özel Güvenlikli F Tipi Cezaevi'nde tutulan ve kendisine devlet tarafından bir televizyon 'verilen', ama kendi rızası olmadan bu eşyaya sahip olan Abdullah Öcalan için nasıl bir durum söz konusudur?

Çünkü, Öcalan'ın kardeşi Mehmet Öcalan, onunla İmralı'da yaptığı görüşmenin ardından, "kardeşinin televizyon istemediğini, öyle bir talebinin olmadığını, cezaevi yönetiminin ısrarları ile odasına konulduğunu" açıkladı. Yani Öcalan 'bizzat alan' olarak sürece dahil değil.

TELEVİZYON ÜZERİNDEN TOPLUMSAL ALANA YA DA OLANA DAVET

Öcalan'ın karşı karşıya kaldığı ya da bırakıldığı durumun özeti ise şudur: Burada devlet 'imalatçı' olarak kolları sıvamış ve bir nesne olan bu aracı Öcalan'a satmıştır ve Öcalan'ı zorla bir 'mal' sahibi yapan devlet, onu, kendince toplumsallaştırma çabasına girişmiştir.

Televizyon, Öcalan'a 'satılmıştır'; çünkü onun bir 'eşdeğer'i vardır; şu anki 'görüşmeler' olarak nitelendirilen sürecin gerektirdiği alış-veriş düzeninde hemen her şeyin bir eşdeğer'i vardır.

Televizyon'un eşdeğer'i ise şudur: Öcalan'a sunulan bu eşya, bir eşantiyondur. Bu eşantiyon ile kamuoyuna, "Öcalan'ı toplumsal olana ya da toplumsal alana dahil ediyoruz" mesajı verilmektedir; her ne kadar Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç "Öcalan daha önceleri disiplin cezası aldığı için televizyon hakkından mahrumdu" dese de...

ÖCALAN'IN 'TOPLUMSAL HAFIZA'SI

Ancak gözden kaçan şey şudur ki, Öcalan, içerideki uzun tutukluluk ve tecrit sürecine rağmen, sözlerinde de sıkça değindiği, 'toplumsal hafıza'dan zaten hiç kopmamıştır. Bunu, geçenlerde Öcalan'la görüşen Ahmet Türk de şu şekilde belirtmiştir: "Onun, geçmişte yaşananlara hakim olduğunu gördüm, üslubuyla diliyle..."

Buradaki handikap, devletin, Öcalan'ı, kendi öngördüğü 'toplumsallığa' davet veya dahil edişidir. Hatta bunu zorla yapışıdır; tek tek hangi kanalları izleyeceğini dahi seçmesi de bunun örneğidir.

Malum 12 kanal ise şunlar: TRT-1, TRT-6, CNN Türk, Kanal 7, Samanyolu, Show TV, Kanal D, ATV, Star, Ülke TV, Kanal 24 ve NTV.

KONSENSUS

Baudrillard, toplumsallaşma durumunun, hemen her yerde, iletişim araçlarının gönderdiği mesajlarla ilgilenip ilgilenmeme durumuna göre belirlendiğini söyler. Bu araçların gönderdiği mesajlarla ilgilenmeyenlerin ise gerçek anlamda toplumsallaşmamış insanlar olarak görüldüğünü dile getirir.

Bu bağlamda, 'iletişim' yaratan bir şeymiş gibi sunulan bu iletişim aracı üzerinden devletin Öcalan'la kurmaya çabaladığı 'consensus' da özünde bu duruma işarettir: "O artık bu toplumsallaşmaya dahildir."

Öcalan'ın bu consensus haline, "ben istemedim ki" deyişi ise uzlaşıya vurulan bir kettir. Ama mevcut durumun kamuya açılışı ve servis edilişi, kutsal kılınan bu eşyanın-aracın yeniden ve yeniden yüceltilmesini engellememiş, Öcalan'ın vurduğu ket de bir işe yaramamıştır.

Sonuç olarak neredeyse tüm bir anaakım medya, Öcalan'ın kardeşiyle görüşmesinde söylediği önemli detaya ikincil bir önem vermiş ve burada, 'bir eşya olarak televizyon, toplumsal bir araç olarak televizyon ve nihayet ritüel bir ilişki nesnesi olarak televizyon' asıl değer oluvermiştir.

Kutsallaştırılan bu eşyanın propagandası ise yine eşyanın kendisi aracılığıyla yapılmıştır. Basitçe, LCD TV, sürecin eşdeğer'lerinden biri kılınmıştır.

TOPLUMSAL HAFIZA'NIN İŞARET ETTİĞİ

Oysa Öcalan, ilgili görüşmede, Paris'te PKK'nin kurucularından Sakine Cansız ile Fidan Doğan ve Leyla Şaylemez'in suikast sonucu öldürülüşünü Dersim Katliamı'na benzetmiş ve televizyon konusunu da "kendileri ısrarla verdiler" diye çok da önemsemeden geçiştirmiştir.

Öcalan, burada işaret ettiği 'geçmiş zaman' ile sözde toplumsallaşmanın karşısına toplumsal hafızanın bizzat kendisini koymuş; imgesel olanın önüne de hakikati yerleştirmiştir:  "Fransa'daki katliam, ikinci Dersim Katliamı'dır."

(1) Jean Baudrillard, Gösterge Ekonomi Politiği Hakkında Bir Eleştiri, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, İstanbul, 2009