Bildiğiniz üzere bir süredir usta yazar Ahmet Altan ile gazeteci Ahmet Hakan arasında boyutları hayli geniş, etkisi itibariyle de sarsıcı bir tartışma sürmekte.

Seveni kadar, hatırı sayılır ölçüde sevmeyeni olan bir yazar Ahmet Altan. Peki dünyada eşine az rastlanır bir tarzla etkileyici ve sarsıcı yazılar kaleme alan bir yazar niçin "olumsuzluklar" üzerinden bu denli gündem oluyor? Bu büyük ölçüde siyasi tercihlerini keskin ve sert çizgilerle topluma sunmasından dolayıdır bana göre.

Türk milliyetçiliğinin, Kürt milliyetine karşı düşmanlığının zirve yaptığı ve devletin şiddeti geleneksel bir refleks olarak topluma dayattığı 90'lı yıllarda büyük bir cesaretle "Atakürt" yazısını kaleme almıştır mesela. O dönemin korku bariyerini yıkmanın muazzam bir örneğidir bu yazı. Bu yazı dolayısıyla epey hırpalandı Ahmet Altan.

90'lı yılları Kürtlerin feryatları, geriye kalan çoğunluğun mutlak sessizliği ile geride bıraktık.

Lakin devletimizin "yoldan çıkanı yola getirmek" için sürdürülebilir şiddet politikaları üzerinde muazzam bir istikrarı var. Bunun içindir ki Emr-i Hak vaki olmadığı sürece kendisini "öteki" gören herkes tadımlık da olsa bu şiddetten nasipleniyor!

90'lı yıllarda köyü yakılan, evi ocağı yıkılan, babası gözaltında kaybolan, komşusu faili meçhule kurban giden, akrabası sokak aralarında ensesinde kurşun yiyenlerin çocukları bugün daha beter bir felaketi yaşamakta.

Sokak kedilerinin cesetlerin yüzlerini parçalayıp yediği, köpeklerin insan etiyle azgınlaştığı, evlatların annelerinin çırpınıp can vermesini çaresizce izlediği, korkunç zamanları yaşayıp görmekteyiz.

İyi madem ne diye bu felaketi, yangın yerine dönen yürekleri yazmak yerine, hali vakti yerine yazarların tartışmasını yazıyorsun?

İnsanlığın yalnızlığını daha iyi anlatmak için...

Mevzu Kürtler ve diğer "ötekiler" olduğunda muntazam bir ikiyüzlülük örneği sergileyenleri teşhir etmek için...

***

Ahmet Hakan'ın şu cümleleri dolayısıyla tartışmaya bir ölçüde dahil olmanın gerekliliğine inanıyorum.

"... Sıra öldürdüğün Kuddusi Okkır'a, intihar ettirdiğin Ali Tatar'a, iftira attığın Nedim Şener ve Ahmet Şık'a, hayatını kararttığın Mehmet Ali Çelebi'ye, yapmadığını bırakmadığın Dursun Çiçek'e gelince...

Bırak özrü, bırak nedameti, bırak mahcubiyeti, en küçük bir yüz kızarıklığı yaşamıyorsun."

Her gün onlarca gencin öldürüldüğü, gözünün altından vurulan bebeklerin, buz dolabında saklanan cesetlerin, hiçbir kulağa ses olmayan çığlıkların yankılandığı, buna karşın yüreğe su serpecek tek kelime yazmayan "Türksever" Ahmet Hakan'ın cümleleri bunlar.

Ne kadar sahici değil mi?

Ölüm demişken, sahi rahmetli Tahir Elçi'yi kim öldürdü?

O kahrolası "ölüm patikasına" taşları kim döşedi?

Sakın ha Ahmet Hakan olmasın!

Evet ta kendisi...

Tahir Elçi'nin ölüm yolculuğu, Ahmet Hakan'ın programında "PKK terör örgütü değildir" sözleriyle başladı. Programda yek vücut olup Tahir Elçi'ye saldırılar.

Önce tahkir dili, sonra acayip davalar, en son zalimlerin kurşunları Tahir Elçi'yi buldu. Bulup dört ayaklı minarenin soğuk taşlarına serdi.

Tahir Elçi, sarf ettiği sözleri dolayısıyla televizyon kanalına dava açılmasına çok üzülmüş, bunun için gönüllü olarak savunma avukatlığı yapacağını belirtmişti. Televizyon kanalının alacağı para cezasını da kendisinin karşılamak istediğini belirtmişti.

Peki "barışın elçisinin" insanı insanlığından utandıran bu yüce gönüllülüğünün karşılığı ne oldu dersiniz?

Vicdansızlık ve alçaklık...

Programda ve şu an yeni örneklerini gördüğümüz tetikçilik köşesinde hedef gösterdiği, ölümüne sebep olduğu Tahir Elçi'nin sevgili eşi Türkan Elçi'ye bir baş sağlığı bile dilemedi.

Bu tetikçilik için en ufak bir pişmanlık dahi duymayan Ahmet Hakan, şimdi ölüme sebebiyetin karşılığından bahsediyor.

Ört ki ölem!

Ahmet Hakan'ın yerine, adaletin ahkam kestiği, vicdanın hüküm sürdüğü bir ülkede yaşasaydık, bugün yeni bir tetikçilik örneği sergilemek yerine Ahmet Hakan'ın hesap vermesine şahit olacaktık. Bu olmadığı için sahte vicdan kabarmalarına tanık oluyoruz.

Tayyip Erdoğan'ın ve AKP'nin yaptığı iyi işleri, faydalı hizmetleri bile yeminli bir düşmanlıkla karşılayan Nedim Şener, Doğan medyasından hiç ayrılmazken, solcu geleneğin ve Kürt sokağının yürekli gazetecisi Ahmet Şık neden hiç uğramaz? Bunun bir cevabı yok mu?

Tartışırken kendine siper ettiğin gazetecinin düşüncelerine dahi tahammül edemezken, nasıl olurda haksızlığa uğradığını söylersin?

Dursun Çiçek'in avukat kızını her programa çağırıp, Silivri anıları üzerinden nutuk attıran Ahmet Hakan, Tahir Elçi'nin avukat olacak kızı Nazenin'i çağırabilir mi? O kara gözlü kızın gözlerinin içine bakabilir mi?

Haksız yere hapis yatan insanlardan değil, vicdansızlık karşısında ölü bedenleri toprağa düşenlerden bahsediyoruz zira!

***

Doğrusu bu ucube vicdancılık (örtülü tetikçilik) oyununu oynayan kişinin daha zekice davranıp, başka sorular sormasını, başka failler aramasını da beklerdim. Bu şekilde daha iyi göz boyayabilirdi.

Mesela "kitapların bazen bombalardan daha tehlikeli olduğunu" kim söylemişti?

Kim "davanın savcısı" olduğunu en üst perdeden haykırmıştı?

Ahmet Altan'a parmak sallayarak "yargılanacaksın" diyen cengâver, davaya kol kanat gerenlere, kitap yazıp meyvesini yiyenlere, siyasi savcısı olanlara niçin tek laf etmez?

Aklına mı gelmiyor, yoksa yüreği mi yetmiyor?

Sonradan birer kullanışlı aptal olan ve bir zamanlar "şövalyelerim" diye takdim ettiği gazeteciler üzerinden Ahmet Altan'ı eleştirse, bu öngörüsüzlüğü yüzünden yerden yere vursa daha sempatik olabilirdi oysa. Ya da geçmişteki hesapsız desteği yüzünden çok başlı bir canavarın doğduğunu, bunda mutlak suretle pay sahibi olduğunu hamaset yapmadan tane tane anlatsa, en çok sevenleri hak verecektir. Ancak eleştirmek, vicdan muhasebesine girişmek gibi bir derdi yok Ahmet Hakan'ın. O bağcıyı dövmek istiyor.Bunu yaparken de yüzüne gözüne bulaştırıyor.

Acemi bir tetikçinin cinayet mahallinin izlerini alıp evine taşımasına benzer bir beceriksizlikle hareket ediyor. Bu beceriksizliği biraz da yetersizliğinden kaynaklanıyor aslında.

Kendi meşrebinden ırkçıları peşine takıp linç ettiği, sonrada ölüme gönderdiği Tahir Elçi gibi olmadı. Ahmet Altan, çetin ceviz çıktı.

Ahmet Altan'ın düello davetine cevap olarak; aslını, neslini ortaya koyup küfürden koca bir sütun yazı yazdı. Onun yazdıklarına ancak bu şekilde küfrederek cevap verebildim deyip günah çıkarmayı da ihmal etmedi elbet. Küfretmek, haksızlıkları yazmaktan daha kolay çünkü. Hele birde yetersizsen, sular seller gibi akar o küfürler.

Köşesinde tetikçilik yapmak yerine "barışa" el verse, tecavüz vakalarıyla, bin türlü kepazelikle adı anılan Ensar Vakfına kol kanat germek yerine din üzerinden istismarın mutlak kötülüğünü anlatsa daha saygın bir konum elde edebilirdi.

Ama yapmıyor... Yapmadığı gibi bu konuda vicdanlı olmayı görev bilenleri de nefret objesi haline getirip hedef tahtasına oturtuyor. Geçmişte destek verdin AKP'ye, şimdi ne diye muhalefet ediyorsun diye neredeyse hain ilan edecek Ahmet Altan'ı. Oysa sorgulanması gereken kendi duruşudur, hesap vermesi gereken savaşa mermi taşıyan Doğan medyasıdır.

Bu böyle gitmemeli. Medyadaki "demagogların" savaşın ganimetleri üzerinden hayatlarımızı karartmalarına engel olmalıyız. Yeni bir dil bulmalıyız. Canım ülkeyi savaş tellallarının elinden kurtaracak, ahkam kesmelerine mani olacak bir dil yaratmalıyız. Bizi ayrıştırarak bir bir yok etmelerine daha kararlı, daha cesur bir duruşla hayır demeliyiz.

Kapkara dumanların bulutlarla birleştiği günleri yaşıyoruz. Bulutlar yanıyor. Anneler, çocuklar, çiçekler yanıyor. Umut yanıyor, sevda yanıyor, düş yanıyor. Hatıralar yanıyor.

Bunları görmeyen, duymayan, yazmayan yüreksizler çıkıp vicdandan, merhametten, mahcubiyetten bahsediyor, yüzleri kızarmadan, utanmadan, haya etmeden.

"Nazenin Elçi'nin feryatları yerine ulaşsa keşke, bedduaları yerini bulsa" diyorum içimden... Hak yerini bulur o vakit!