7 Haziran’ın yarattığı umut ikliminden zaman evrilirken Kasım’ın kurgulanmış yenilgisine hangimiz kestirebilirdik ki Suruç’un daha bir başlangıç olduğunu, canlı bomba saldırılarının arkasının katlanarak geleceğini. Hep o iyimserliğimizle kabullenmek istemedik bir türlü ateşin bizi gerçekliğimizle imtihan eden ağır gerçekliğini. Yanı başımızdaki yangına körükle gittikçe muktedirlerimiz bu ateşin alevlerinin kalbimize ulaşma süresinin uzunluğuna bakarak avuttuk kendimizi.

Ankara’da beş ayda üç patlama” diye başlık atıyor gazeteler farklı cenahlardan. Bir ülkenin başkentinde ekim ayından başlayarak ardı ardına avazı çıktığı kadar bağıra bağıra gelmiş saldırı silsilesi. Vurdumduymazlık öylesine yerleşmiş ki hücrelere, “herkes bana karşı” argümanın yüksek duvarlarına çarpıp ölüm çığlığına dönüştüğünü görebiliyoruz konuştuklarımızın. Göğe yükselen yanık et kokusu ve şarapnel parçaları arsında kaybolurken insanlarımız. Analar babalar öpüp kokladığı oğullarının, kızlarının tabutlarına sarılıp cenaze evinde mırıldanırken son dualarını donuk gözlerle bakıyor çölleşmiş gözleri hiçliğimize.

ABD Elçiliği, adrese teslim saldırı uyarılarını vatandaşlarına duyururken aynı bilgiyi onlarla paylaşıp önlem almaları yönünde gayret sarf edenler, ne yazık ki kendi vatandaşlarında saldırılarla ilgili bir farkındalık yaratamadı. Maalesef göstere göstere gelen saldırıya karşı gerekli önlemleri almakta daha öncekiler gibi geç kalınmıştı(!) Bu geç kalmışlık konusunda en küçük bir özeleştiri bile yapma gereği duyulmadı. Kızılay’ın göbeğinde farklı öyküleri ve yaşanmışlıklarıyla insanlarımız omuzlardaki tabutlarda taşınırken bir kişi çıkıp olayın sorumluluğuyla gereğini yerine getirmedi her zamanki gibi.

Apar topar lafazan bir gazeteci ekranlara çıkarılarak “terörle yaşamaya alışmalıyız” veciz sözünün derin anlamları, ülke ve bölge tahlilleri altında gözümüze sokuldu. Çaresizliği olağanmış gibi lanse ederek yılgınlığı zihinlere kazımak için algı yönetimi teknikleri devreye sokuldu. “Kuzu kuzu ölüme alışın, ölümün yanında saf tutun” dediler bütün yorumlarının alt anlamlarında kısaca. Susun, alışın ve çaresizliğinizle başka yıkımların karşısında gözlerinizi kapatın. Boynunuzu eğin ve sürüye katılarak toplumdaki nefessiz kalışın bir bileşeni olarak yaşamınızı idame ettirin.

Ülkenin kısa sürede hızla girdiği karanlık tünel Suriye ve bölgesel dönüşüm gerçekliğiyle açıklanabiliyor ancak kekeme strateji uzmanlarının diliyle. Aylardır harita başında yaptıkları savaş yorumlarıyla şiddetin kaynağını görmezden gelen bu beyefendiler, sahada şöyle oldu böyle oldu lafazanlığında asıl burnumuzun dibindeki gerçeklikten bihaberdiler. Kafalarına göre olması gerektiği şekilde kurguladıkları senaryoları bu kadar sığ olmazdı.

Suriye’nin beş yıl önce nasıl kaosun ortasına itildiği ülkenin iç dinamikleriyle açıklanabilecek bir olgu değil. Çünkü bölgeye akın eden cihatçı gruplar ve sahip oldukları savaş gücü öyle kendiliğinden kısa bir süreçte oluşabilecek bir durum değil. Adına vekalet savaşı denilerek sıkça dillendirilen savaşın asıl sahiplerinin zaman zaman çekişerek zaman zaman uzlaşarak şekillendirdiği kurgu işi çığırından çıkardı.

Yangına bir kıvılcım da benden anlayışıyla yaklaşan devletler, kısa sürede gerçekleşeceğini umdukları dönüşümde, kendilerine biçtikleri rolü fazlasıyla ciddiye aldı. Bu rol biçme, rol kapma çatışmaya yakın ülkelerde, sürecin uzamasıyla birlikte, savaşın yıkıcı dalgalarını daha da şiddetli hissedilmesine yol açmakta. Bu hissediş şimdi büyük kentlerimizde tedirginlik, korku olarak hepimizin hayatını alt üst etmeye devam ediyor. Görünen o ki hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Eğer bir çıkış yolu bulunmazsa bu şiddet sarmalından Ortadoğu’daki arenalardan birine fazlalısıyla benzeyeceğimiz muhakkak.

Ortadoğu’nun yeniden emperyalizmin günümüzdeki gereksinimlerine göre şekillendiği kurgusal gerçeklikte, elini ateşe uzatanın bir zaman sonra aynı elle ateşi kendi kırılgan iklimine taşıyacağı ortada. Vekâlet savaşları denilen bölge ölçeğindeki karmaşada herkesin gardını aldığında asıl oyun kurucuların dışındaki yedek aktörlerin konumlarına bakmadan aktifleşme eğilimi, savaşı kendi kentlerine taşınma sürecini de hızlandırdı. Baş döndürücü bir hızla gelişen şiddet eğilimi ülkenin her köşesinde insanların korkarak sokağa çıktığı, birbirine fısıltı gazetesinin duyumlarını iletmek için çırpındığı paranoyak bir iklim yaratmakta gecikmedi.

Doğal olarak Suriye’de demokratik değişim ve dönüşümün seyrinde bu şiddete dayalı organizasyonun gerçekleştirdiği hem mekânsal yıkım hem de zihinsel yıkımın boyutları öngörülemeyecek kadar büyük. Bu büyük yıkımın benzerlerinin ülkemizin doğusunda hendek, barikat direnişlerinde yaşandığını, daha da büyüklerinin yaşanacağını öngörebiliyoruz. Evlerini bırakıp yaşam alanlarını terk eden çaresiz insanlar yıkımdan kurtarabildikleri birkaç eşyayla çoluk çocuk batı illerinin yolunda.

Ülkenin travma hali gittikçe artan otoriter eğiliminin dayanaklarından biri olacak. Avrupalı olacağız diye Tanzimat’la birlikte başlayan Batılılaşma sürecinin ters yüz edildiği bir sürece eviriliyoruz. Bu noktada demokrasi güçlerinin “Barışı” dillendirmenin gittikçe zorlaştırdığı şu günlerde üzerine düşen sorumluluğu tam anlamıyla yerine getirebilmesi gerekir. Karanlık günlerden, şizofrenik iklimden çıkış yolu evrensel ilkelerin ardında tam anlamıyla durabilmekten geçer.

Yaşantımızı terörize eden büyük kentleri, ülkenin doğusunu kuşatan şiddet sarmalına karşı hep birlikte tek yürek olarak karşı koyabilmeliyiz. Gayya kuyusuna bir kez düştükten sonra oradan nasıl çıkılamadığını yaşananlardan görüyoruz.

Onun için son söz olarak:

Bir çıkış yolu olmalı diyorum

Dip sulardan barışa, mezar taşlarına basa basa

Yürümekten başka.