Demokrat Haber / İsviçre

Röportaj: Ş. Murat Özten / Fotoğraflar: Özgül Dede

Fransızca “Conseil Européen pour la Recherche Nucléaire”, kısaca CERN, yani Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi çoğumuzun dikkatini Dan Brown’un romanı “Melekler ve Şeytanlar” ve son yıllarda popüler adıyla “tanrı parçacığı”, bilimsel adıyla “higgs” bozonunun izini süren deneyleriyle celbetti. Oysa CERN 1954’ten beri var ve Cenevre’de onlarca ülkeden binlerce bilim insanının hummalı araştırmalarına evsahipliği yapıyor.

O, insanoğlunun doğayı tanımaya dair bitmez tükenmez merakının en çarpıcı simgelerinden biri. Biz de onu merak ettik ve yıllardır CERN bünyesinde çalışan Prof. Dr. Gökhan Ünel’e merakımızı gidermesi için başvurduk.

Sağ olsun bizi kırmadı. Onunla Cenevre Tren Garı’nın çıkışında Rue du Mont-Blanc’da buluştuk. Bir Cafe’de kahvelerimizi yudumlarken kendisine sorularımızı yönelttik.

Elektronların, protonların, nötronların, pozitronların, kuarkların geçit resmi yaptığı sohbetimizde bize sabırla evrenin en küçük parçalarına sığan o kocaman dünyayı anlattı. Bir buçuk saatin sonunda higgs, karanlık madde, karanlık enerji ve daha birçok fizik fenomenini arkamızda bırakıp Cafe’yi terk ettiğimizde Rue du Mont-Blanc’nin Cenevre Tren Garı’yla birleştiği yerde bulunan ve Ousmane Sow’un “sans papier” yani kimliksiz mülteciler için yaptığı heykel “L’İmmigré karşımıza çıktı.(...) Fiziğin fantastik dünyasından uzaklaşıp gündelik yaşamın acımasızlığına geri döndüğümüzü anladık.

“CERN 1954 YILINDA 12 ÜLKENİN KATILIMIYLA KURULUYOR”

-Biz daha CERN’i gezemedik Sayın Ünel. Ama biliyoruz ki CERN’de gruplar halinde turistik ya da bilimsel geziler yapılıyor. Bize biraz CERN’den bahseder misiniz? Bu merkez hangi amaçları karşılamak üzere kuruldu?

-İkinci dünya savaşı özellikle Avrupa açısından çok kötü bir şeydi. Avrupa ciddi bir yıkıma uğradı. Bu yıkımın uzun vadeli olan bir başka yönü de neredeyse tüm bilim adamlarının Amerika’ya kaçmış olmasıydı. Bence en büyük üç beş bilim adamından biri olan Enrico Fermi de bunlardan biridir. Hem deneyde hem kuramsal olarak çalışmalarda yer alıp ilk insan yapımı nükleer reaktörü çalıştırmış, benim parmak ısırarak baktığım bir bilim insanıdır. Karısı Yahudi diye İtalya’dan Amerika’ya göç etmek zorunda kalıyor. Savaş bitip de Avrupa bu kabustan uyanınca bakıyor ki hem her yer yıkılmış, hem de bu yıkılanı tekrar yerine koyabilecek insanlar gitmiş. O zaman diyorlar ki, biz öyle bir yer yapalım ki, öyle bir merkez kuralım ki, daha önce savaşmış ülkeler bilim gibi ortak ve kısmen zararsız bir amaç etrafında toplansın, hem de bu savaş esnasında Amerika ile oluşmuş müthiş açıklığı kapatsın. CERN bu düşüncelerle 1954 yılında iki yıllık bir çalışmanın sonucunda 12 ülkenin katılımıyla kuruluyor.

CERN ARTIK FİZİĞİN MEKKESİ!

-Bu durumda CERN’i bilimin ya da fiziğin Avrupa Birliği diye adlandırmak yanlış olmaz. CERN Amerika, Rusya, Çin ve Japonya’daki bilimsel çalışmalara rakip mi?

-Böyle bir şey vardı, ama artık yok. CERN artık tartışmasız bir numara, fiziğin Mekkesi!

Çünkü Amerika fişi çekti. CERN’de olduğu gibi Amerika’nın da diyelim en çok Güney Amerika’daki ulusların katıldığı bir bilimsel merkezi var. Fermi Hızlandırıcı Laboratuvar’ı ya da resmi adıyla “National Accelerator Laboratory”. Orada da çok önemli araştırmalar yapıldı, mesela top-kuark orada keşfedildi. Ama Amerika’da Obama’dan önce son iki dönem başkanlık koltuğunda oturan oğul Bush bizlere geleceği görememenin ne olduğunu öğretti ve fişi çekti.

-Gerekçesi neydi oğul Bush’un?

-Giderlerin fazla olması! Adam diyor ki ben ne kadar yatırım yapayım. 1990’lı yılların sonunda Teksas’ta CERN’den çok daha büyük bir yer yapmak söz konusu idi. Sonra kazıldı filan, ama kongre çok fazla para gidiyor, kendimiz yapacağımıza CERN’e katılalım dedi. Bir süre sonra Fermi’nin fısı çekildi.

“NE KADAR KÖFTE, O KADAR EKMEK”

-Sizin de Amerika günleriniz var...

-Ben Amerika günlerimde “neutrino” araştırmaları yapıyordum. Kütlesi olduğundan şüpheleniliyordu ama ispatlanamamıştı. Zaman, para vs. derken Japonlar geldi bizi geçti. Bizdeki deyimle “ne kadar köfte, o kadar ekmek”. Yatırım yaparsanız sonucunu görürsünüz, yapmazsanız sonuç yok.

Rusya’ya gelelim. Rusya’da birçok merkez vardı, Sibirya’da, Moskova’nın kuzeyinde bir tane, güneyinde bir tane. Ama Sovyetler’in dağılmasıyla gelinen durum malum. Adam eğer bilim adamı olarak ayda 100 dolar para kazanıyorsa başka ülkelerde öğretmenlik yapmak daha cazip geliyor. Çin’e gelelim. Çin’de de bir tane deney var. Onlar sadece belli bir konuda ilerleyelim diyorlar. Yani B fiziği ile ilgililer. Başka da yapabilecek ülke yok zaten, kim kaldı?

-CERN’i kim finanse ediyor?

-AB ülkelerinin gayrisafi milli hasılaları oranında katkıları oluyor. CERN’in toplam bütçesi 1,1 milyar İsviçre Frangı. En çok katkıyı İsviçre, Fransa ve Almanya yapıyor. Ev sahibi ülkeler olarak İsviçre ve Fransa’nın daha fazla katkı sunması bekleniyor, çünkü kazanıyorlar da CERN’den.

-Biraz CERN’in yönetim mekanizmasından bahsedebilir misiniz? İdari ve bilimsel yönetim mekanizmaları birbirinden ayrı mı? Kararları kim alıyor, deneyleri kim belirliyor?

-İdareden sorumlu bir konsey var. Her üye buraya bir bilim insanı ve bir de siyaseten temsilciyle katılıyor. Yani üye ülke sayısı çarpı iki. Bu konseye bir genel müdür atanıyor. Bu genel müdür bilimsel konularda ve eğitim alanında iki yardımcı belirliyor kendisine, CERN bu şekilde bir hiyerarşi ile idare ediliyor. Siz diyelim bir hızlandırıcıda bir görev yapmak istiyorsunuz. O hızlandırıcının bilimsel kurulu sizin deneyinizi dinleyip diğer deneylerle karşılaştırıyor. Fizik potansiyeli en yüksek olan kimse, ona demet zamanı gidiyor. Bizim yüklü parçacık demetimiz sınırlı sayıda, günde de sınırlı sayıda saat var. Dolayısıyla kim önüne deney kuracak, bu epey bir yarış konusu.

-Öyle anlaşılıyor ki CERN’de bir ya da birkaç ülke dominant değil. Üyelerin idari ve bilimsel olarak eşit hakları var.

-Öyle diyebiliriz.

“CERN’İN REKLAMINI O KÖTÜ YAZAR, DAN BROWN YAPTI”

-CERN bir hayli popüler. Bu popülarite kendi kendine mi oluştu, yoksa...

-CERN’in halkla ilişkileri var, ama en büyük reklamı o kötü yazar Dan Brown yaptı. Kötü diyorum, çünkü keşke yazdığı kitabı (Angels and Demons / Melekler ve Şeytanlar) bilim adına önce okutup kontrol ettirseydi. Bir takım şeyler çok yanlış kitapta.

“PARALARININ BOŞA HARCANMADIĞINI GÖRMELERİ LAZIM”

-Her bir kitabında böylesine özensiz Dan Brown.

-Olabilir... CERN’in gazetecilerle ilişkileri var. Bu merkezin neden önemli olduğuna dair açıklamalar ve evraklar hazırlanıp gazetecilere sunuluyor. PR’ın önemli olduğunu fark eden insanlar var. Amaçlardan birisi ülkelerarası barışı koruyarak yeni bilim insanları yetiştirmek. Bunun dışında bu işler insanların vergileriyle dönüyor. İnsanların paralarının boşa harcanmadığını görmeleri lazım. Böyle bir tehlike olduğunu düşünüyorum. Bir yıl kadar önce Avusturya istifa etmeye kalktı, Avrupa ayağa kalktı. Yanlış bilgilendirmelerin işgüzar bir politikacının attığı bir taş olduğu ortaya çıkarıldı sonuçta. Bu geriye çevrildi.

-Açıkçası bu popülaritenin kolay kolay yok edilebileceğini sanmıyorum.

-Popülaritesinin nedeni belki de saçmalamıyor olmasıdır. CERN’den bir şey söyleniyorsa bu bin defa süzgeçten geçmiştir. Bu böyledir deniyorsa, o öyledir. Ama devlet adamları ve politikacılar böyle davranmıyorlar.

“BİZ BOĞAZİÇİ’NDE SAAT 5’TE KÜTÜPHANEDEN KOVULURKEN”

-Bir bilim insanı nasıl iş buluyor CERN’de? Kendi örneğinizden yola çıkabilir misiniz?

-Ben ortaokul ve liseyi Saint Joseph Lisesi’nde okudum. Boğaziçi Üniversitesi’ne başladığımda CERN’den haberim yoktu. (...) Teorik fizik ve hesaplamalarla ilgileniyordum. Lisansı bitirdiğimde birlikte çalıştığım Metin Arık yanıma geldi ve “Eşimin CERN diye bir yerde bir deneyi var, Fransızca bilen birinin ona yardım etmesi lazım. Gel seni üç haftalığına oraya gönderelim” dedi. Ben de tam o zamanlar yeni master dereceme başlamıştım. Kabul ettim ve üç haftalığına CERN’e geldim. Çalışma ortamı çok hoşuma gitti. Türkiye’de bu ortamlar daha sıkıntılı. Sene 93, yirmi yıl önce. Biz Boğaziçi’nde saat 5’te kütüphaneden kovulurken burada kütüphane 24 saat açıktı. Al istediğin kitabı, bir kağıdın üzerine adını yaz, ben bu kitabı alıyorum de, geç git. Oooo.. Harika bir şeydi bu. İdeal çalışma ortamıydı benim için. İnternet o zaman emekleme çağındaydı, ama üniversitenin bağlantısı vardı. Bugün şaka gibi gelen sayılarla, bir byte ile makale indirmeye çalışırken, burada internetin en hızlısı elimin altındaydı. Türkiye’de çalışamıyorum belli ki, ben buraya geleyim dedim. 98’de doktoramı alınca tek bir yere başvurdum, buraya gelmek için... İnsanlar ‘boşuna uğraşma olmaz’ derken nasıl oldu bilmiyorum. Serde çılgınlık varmış demek ki...

-Baştan beri öyle bir enerji veriyorsunuz. Bu mesleği severek yapıyorsunuz.

-Bu meslek başka türlü yapılamaz ki... CERN’in girişinde kimlik kontrol edip araçlara kapı açıp kapayan insanların sizden daha fazla maaş aldığını biliyorsanız şayet... Siz günün onaltı onyedi saati çalışırken, bunu para için yapmanız söz konusu olamaz. Bunun yerine gidin kapıda kimlik kontrol edin daha fazla para kazanırsınız.

-Hangi görevi üstleniyorsunuz, kaç saat çalışıyorsunuz, neler yapıyorsunuz CERN’de?

-Demin dediğim gibi, şu anda burada deneyler durmuş durumda, bir takım yenilemeler söz konusu. Bunlardan biri de yazılım alanında. Bu deney aletinin dedektörünü bir fotoğraf makinasına benzetecek olursak, bu bir göz, bütün olanı biteni görüyor. Fakat bilgilerin gözden beyine iletilmesi gerekiyor ki beyin bunları değerlendirebilsin. Burada beyin de bizim bilgisayar merkezi. Burada bilgileri oradan oraya taşıyan bir iletişim merkezi olmalı. Şu anda benim üzerinde çalıştığım konu tetikleme ve veri toplama sistemi.

-Bu ne anlama geliyor?

-Çarpışmalar oluyor, saniyede 40 milyon... Fakat bizim yazabileceğimiz veri miktarı sınırlı, çünkü teknolojimiz sınırlı. Dolayısıyla bunun girişlerini seçmeliyim. Buna “tetikleme sistemi” deniyor. En ilginçleri deney alanlarındaki bilgisayarlardan seçildikten sonra bunların seçile seçile, elene elene, ilginç olmayanları atıla atıla gidip teybe kaydedilmesi lazım. Şu anda bu işin yenilenmesi ile ilgili çalışıyorum.

Ayrıca öğrencilerimle birlikte 2012’de toplanan verilerin değerlendirilmesinde çalışıyorum. Bu başka bir iş. Türkiye’de bir takım projelerin peşinden koşuyorum, o da başka bir iş.

-Hangisi sizin için daha heyecan verici?

-Veri analizi tabii ki... Ama herkes veri analizi peşinden koşup yazılımla veya donanımla uğraşmazsa o verileri analiz edeceğimiz bir deneyimiz de olamaz. O yüzden biraz ondan biraz ondan yapmak lazım. Hep baklava yemek olmuyor.

BAŞBAKAN’A BİR MEKTUP YAZDIK”

-Uzun süre Türkiye’nin CERN’e üye olmasına dair haberler okuduk. Sonra gözlemci statüsünde karar kılındı, üye olunmadı. Türkiye CERN’e üye olmalı mı? Üyelik ne kazandırır Türkiye’ye?

-Biz bilim insanları tam üye olmayı beklerken, Türkiye’nin tam üye olmaktan vazgeçip benim yedek kulübesi dediğim yeri tercih etmesi bizim için kötü bir sürpriz oldu. Kırk elli kişi oturduk ve bu konuda Başbakan’a bir mektup yazdık, belki görmüşsünüzdür. Doktor, yardımcı doçent, doçent, profesör olan kırk elli kişi bu yapılanın yanlış olduğu, bu karardan dönülmesi gerektiğini belirten bir mektup yazdık. Buna cevabı dolaylı yoldan Bilim Teknoloji ve Sanayi Bakanı verdi. Dedi ki, CERN’de her şey hazır, bütün müteahhitlik işleri bitmiş, bize bir şey kalmamış. Tam üye olup 40 milyon vermektense bu şekilde yedek oynayalım, 4 milyon verelim, ileride de tam üyeliğe başvurmak için hakkımızı saklı tutarak...

Belki önce tam üyelikle benim “yedek kulübesi” dediğim asossiye üyeliğin farkından bahsetmek yararlı olur. Tam üye olduğunuz zaman karar mekanizmasında yeriniz oluyor. Teknoloji transferinde öncelikli ülke oluyorsunuz. Eğitim programlarından yaz öğrencilerinden tutun da, ortaokul, lisedeki fizik öğretmenlerinin eğitimine kadar öncelikli rolünüz oluyor. CERN’in yıllık bütçesinin 1,1 milyar dolar olduğunu söylemiştim. Bunun yarısı personel giderleridir, yarısı da araştırmalara harcanır. Bundan kasıt hızlandırıcı yapılır, dedektör yapılır, bilgisayar alınır. Dolayısıyla bunların alımı için ihale olur. Tabii bu ihalelerde de üye ülkelerin şirketlerinin önceliği vardır. Bir şey alınacaksa bunun üye ülkelerde olmadığı ya da kötü olduğu ispatlanmak zorundadır ki bunu gidip başka bir ülkeden alsın. Assosie üyelikte tabii böyle şeyler yok. Üst sınırda ülkeler var, eğer dünyanın iyi ekonomisi olan ülkelerindenseniz, üretiminiz üst teknoloji ile oluyorsa bundan korkunuzun olmaması gerekir. Ben tuvalet kağıdı değil, ürettiğim yüksek teknolojiyi satarım demem lazım. Türkiye bunu tercih etmedi, dedi ki 40 milyon yerine 4 milyon veririm. O zaman da CERN dedi ki -gerçi hoş bu da imzalanmadı, nerede tıkandığına dair bir fikrim var ama söylemeyeceğim. Çünkü iş kurumlarda değil insanlarda tıkanıyor- Konudan konuya atlıyorum, çünkü bu benim kafamı uzun süredir meşgul eden bir konu...

Aynı kurumun başına birini koyuyorsunuz, o kurum öğrencileri destekliyor, burada üyelik için başvuruyor, kitapçıklar yayınlıyor, okullar düzenliyor, sözler veriyor, insanları getiriyor, götürüyor, son derece faal yani. Sonra siz o kişiyi vazifesinden alıyorsunuz, şu veya bu sebepten istifa etmesine sebep oluyorsunuz, bambaşka bir adam geliyor, o diyor ki, siz şimdiye kadar öğrencilere çok para verdiniz, ben bunun yarısını kesiyorum. Neden yarısını da %20’sini veya %70’ini değil. Neden? Çünkü canı öyle istedi. Maalesef Türkiye’de kurumlar kurallarla, kanunlarla değil, insanların keyiflerine göre yönetiliyor. Bu beni delirtiyor, bu beni gerçekten delirtiyor! Kurumun başına iyi niyetli biri geliyor, kurum yıldız gibi parlıyor. Kurumun başına hiçbir şeyden anlamayan biri geliyor, kurum da bütün o yapılan güzel işler de berbat oluyor, batıyor!

“DUVARA KOŞUYORUZ ŞU ANDA”

-Sanırım bu işleyiş İsviçre’den, yani her uygulamanın halkın onayından geçtiği bir ülkeden bakılınca insanı daha da rahatsız ediyor.

-Tekrar Türkiye’nin sadece 4 milyon vererek asossiye üye olması meselesine dönersek... Bu şunu getiriyor, Türk firmalarının CERN’de tabii ki bir hakkı olacak, ama alacakları toplam ihale 4 milyonla sınırlı olacak. Eğer tam üye olsaydık, tamam belki cebimizden 40 milyon çıkacaktı, ama o yapılanın bize getireceği şey sınırsız iş alabilme olacaktı. Eğer siz diyorsanız ülkeyi şöyle büyüttük, böyle geliştik, elimizde Vestel var vs., bu şirketlere Avrupa’da biraz şans tanımak lazım, bu arenada kendilerini göstermeleri için... CERN’e üye olmak Türkiye’nin ‘ben birinci sınıf ülkeyim, ben bilime şu kadar para yatırıyorum diyerek kendi kendine söz vermesi anlamına geliyordu. Türkiye bundan kaçtı, bu bence çok kötü, felaket! Duvara koşuyoruz şu anda!

“BİR TAKIM MÜHENDİSLİK ÇİZİMLERİ KAPALI TÜRKLERE”

-Türkiye’nin tam üyelik durumunda ihale almak falan dışında, Türkiye’deki üniversiteler açısında daha fazla kazanacağı şeyler yok mu?

-Türkiye’deki üniversitelerin CERN’e üyelikten kazanacağı şeyler; eğitim, araştırma, bir takım toplantılara ev sahibi olmak olacak. Ayrıca teknoloji transferinin sadece şirketlere yarayacağını düşünmemek lazım, tabii ki bilim insanlarına da yarayacak. Türkiye’de olmayan bir takım teknolojiler, mesela elektromıknatıs üretme bilgisi aktarılacak. Türkiye CERN’e üye olmadığı için bir takım alet ve yapıların mühendislik çizimleri kapalı Türklere. Üyeliğin getirisi bunlardan yararlanabilme imkanı olacak.

“VERİ TABANLARINDA TÜRKİYE YOKTU, ATİNA DİYE KAYDETTİ ADAMLAR”

Türkiye’de birçok eksiklik var, bunlardan bir tanesi doktora sonrası araştırma sorunu. Ben doktora sonrası buraya geldim. İki yıl araştırmadan sonra Amerika’ya gittim. Ama bu gerçekten bir mucize idi. CERN sisteminin buna alışık olmadığını şöyle gördüm; beni kaydedemediler, çünkü veri tabanlarında Türkiye yoktu. Atina diye kaydetti adamlar. Üniversitelere böyle bir faydası olacak Türkiye'nin CERN üyeliğinin. Yani doktorasını alan adamı buraya yollamak veya burada doktora yaptırmak olacaktı... Bunu büyük ihtimalle kaçırıyoruz.

***

'Hala silahtan daha ucuz bilim yapmak!'

CERN bünyesinde çalışan Prof. Dr. Gökhan Ünel’le söyleşimizin 2. Bölümünde fizikten girip Gezi Parkı Eylemleri’ne kadar geldik…

----------------------------------------------------------

“GEZİ EYLEMLERİNDEKİ GENÇLERE SAYGI VE TAKDİRLE YAKLAŞIYORUM”

-Takdir edersiniz ki çoğunluk için anlaşılması zor bir alanda çalışıyorsunuz. Bu nedenle en baştan alalım isterseniz. Fizik nedir?

-Doğayı anlamaya çalışmak... Fizik doğanın bilimidir aslında.

-Doğayı nasıl anlamaya çalışıyorsunuz?

-Bu konuda ortalıkta dolaşan birkaç paradigma var. Bu paradigmaların biri doğanın karmaşık bir şey olduğunu kabul edip o karmaşıklığı her yönüyle anlamaya çalışmak, bir diğeri de karmaşık bir şeyle karşılaştığımızda onu parçalara bölmek ve o parçaların ne olduğunu anlamaya çalışmak. Devamında da o parçacıkların birbiriyle nasıl etkileştiğini anlamaya çalışmak.

-Sanırım parçacık fiziğine giriş yapıyoruz.

-Doğru tahmin ettiniz... Örneğin iki kişi yemekteyiz. Bu yemeği neden yapmışlar? İçinde sebze var, makarna var, bir takım baharatlar var. Bu yemeği gördüğüm, karşılaştığım, deneyimini yaşadığım bütün parçalara ayırdım. Sonra ne bu, baharat? Tatlı mı, tuzlu mu, acı mı? Bu sebzenin yanında hangi baharat iyi gider? Yani parçaların birbiri ile etkileşmesi... Bu, gözlediğimiz tabiatı parçalara ayırıp bu parçaların da birbiri ile nasıl etkileştiğini inceleyen bilim dalı parçacık fiziğidir.

-Ne zaman başladık bu soruları sormaya?

-Çok eski günlerde. Önce evrende katıların sıvıların gazların olduğunu fark ettik. Sonra malum Mendelyev diye bir adam çıktı. Bizim periyodik tablo dediğimiz, Türkçesi özlerin yinelemeli dizilimi olan tabloyu oluşturdu. Kimyasal elementleri ortaya çıkardı. Başka çalışmalar sonucunda bizim bu kimyasal element dediğimiz şeylerin aslında atomlar olduğunu anladık. Ve devamında başka şeyleri... Örneğin ‘su’ dediğimiz şeyin H2O olduğunu, yani iki hidrojen, bir oksijen atomundan oluştuğunu. Sonra atom denen şeyin aslında ne olduğunu merak ettik. Bundan da ortaya çıktı ki atom dediğimiz şey bir çekirdeğin etrafında dolaşan elektron bulutundan ibaretmiş. Yani elektronu da fark ettik. 1887 idi galiba, elektronun yükünü, kütlesini vs. ölçmeye başladık. Çekirdeğin ne olduğunu anlamaya çalışırken içindeki protonları ve nötronları keşfettik. Farklı atomları, farklı elementleri oluşturan şeylerin farklı proton sayıları olduğunu keşfettik. Örneğin demiri oksijenden ayıran şey çekirdeğinde daha fazla proton olması. Merakımız bitmedi ve yeni sorular sormaya devam ettik. Proton nedir, nötron nedir, bunların içinde neler var? Bunları anlamaya çalışırken yavaş yavaş nükleer fizikten yüksek enerji fiziğine geçiş yaptık?

-Neden yüksek enerji fiziği?

-Çünkü bunlar anahtarı olmayan kapalı kutular gibidir, ancak kırarak açabilirsiniz. Bunu kırmanın da yüksek enerjiden başka yolu yok. Her seferinde de zorlaşıyor. Sonuçta ortaya çıktı ki bu proton, nötron dediğimiz şeyler kuark adı verilen başka şeylerden oluşuyor. O zaman dedik ki elimizde protonlar var, nötronlar var, quarklar var, tabiat bunlardan mı oluştu? Cevabı hayır çıktı. Çünkü başka bazı basit deneyler yapıldı. Mesela digital fotoğraf makinaları çıkmadan önce gümüş nitrat kullanılan eski filmli fotoğraf makinaları vardı. Eğer siz fotoğraf filmini bir uçan balona bağlayıp atmosferin üst tabakalarına doğru gönderirseniz, geriye alıp filmi banyo yaptığınızda görüyorsunuz ki üzerinde bazı desenler oluşmuş.

https://www.demokrathaber.org/images/upload/G_%C3%9Cnel-ve-ben(1).jpg

-Nedir bunlar?

-Uzaydan gelen kozmik enerji parçacıklarının bu filmle etkileşimleri sonucu oluşturdukları izler. Veya güneşe bakıp da nasıl işlediğini araştırırken gördük ki başka parçacıklar da varmış. Ve bu parçacıkların nasıl etkileştiğini de bir takım kuramlar ve teoremlerle açıklamak gerekti. Bunu başaran arkadaşlar oluşturdukları modele “standart model” adını verdiler.

-Neyi ne kadar açıklayabiliyor standart model?

-Standart model şimdiye kadar evrende gözlediğimiz dört temel kuvvetten üçünü var olan bütün gözlemleri de içine alacak şekilde açıklamayı başarıyor.

-Nedir bu dört temel kuvvet?

-Birincisi yerçekimi. Ancak yerçekiminin biz parçacık fizikçileri için çok önemi yok, çünkü bizim uğraştığımız proton gibi, elektron gibi cisimler neredeyse kütlesiz ve dolayısıyla yerçekiminden etkilenmiyorlar. Geriye kalan üç kuvvet ise elektromanyetizma, zayıf nükleer kuvvet ve güçlü nükleer kuvvet. Standart model bu birbirinden bağımsız gibi görünen üç ayrı kuramı bir araya getirdi ve az önce bahsini ettiğim parçacıklarla nasıl etkileştiğini ortaya koydu.

-Hafızam beni yanıltmıyorsa standart modelin birkaç versiyonunun olduğunu okumuştum bir yerlerde...

-Standart modelin bir tek sürümü var. Deminki düşünce zincirini bitirince ona geleceğim. Standart modelin kuram olarak şimdiye kadar olan deneyleri açıkladığını söylemiştim. Ancak birtakım yeni parametrelere ve bazı yeni varsayımlara da ihtiyaç vardı bu modelin tamamlanabilmesi için. Bu yeni parçacığı birkaç fizikçi aynı anda öne sürseler de parçacık makaleyi tek başına yazmış olan kişinin adını, yani Peter Higgs’in adını aldı.

-Çok ilginç. Yani aslında Higgs bozonunun hikayesinde varlığı zaten gözlemlenen bir parçacık isimlendirilmiyor, aksine varlığı sezilen bir parçacığa bir ad veriliyor ve onun izi mi sürülüyor?

-Evet. Higgs bu modelin bir öngörüsü. Standart modelin düz bir şekilde çalıştığını kabul edersek Higgs parçacığının da olması lazım. Varsa onu arayıp bulabilmem ve o zaman standart modele “ha, bu doğruymuş” diyebilmem lazım.

https://www.demokrathaber.org/images/upload/G_-%C3%9Cnel-9.jpg-Ya bulunamasaydı, ya da Higgs’in varlığını doğrulayan hiçbir deneysel sonuca ulaşılamasaydı?

-O zaman standart modeli tamamlamak için kuramsal açıdan kafamızı kaşımaya devam eder, yeni bir şey üretmeye çalışırdık.

-Biraz geriye sararsak, nasıl bir parçacığın varlığını öngörüyor standart model?

-Bu parçacığın yüksüz olması gerektiğini söylüyor. Kütlesinin belli bir değerden küçük olması gerektiğini söylüyor. Örneğin kuantum mekaniksel bir özellik olan spin (dönüş)’inin sıfır olması gerektiğini söylüyor. Gözlemlediğimiz parçacık hakkında bir takım incelemelerde bulunduk. Henüz yeterince parça üretemedik, ürettiklerimizi yeterince inceleyemedik. Dolayısıyla daha yapılacak iş var. Ama gördük ki ürettiğimiz şey yüksüz ve spini (dönüşü) sıfır. Önümüzdeki soru şu: Bu bulduğumuz şey standart modelin Higgs’ine benziyor, ama gerçekten o mudur? Bunu şu anda yüzde yüz kesinlikle söyleyebilecek durumda değiliz.

-Hala mı?!

-Hala!

-Ama 14 Mart’ta Higgs’in bulunduğuna kanaat getirildiği açıklanmıştı CERN tarafından. Daha önceden de Higgs’in varlığına dair güçlü deneysel veriler elde edildiği açıklandığı için, bu 14 Mart’taki açıklamayı Higgs’in varlığının kesinleştiği şeklinde algılamıştık biz. Ne olduğunu pek anlamasak da bayağı sevinmiştik sonunda Higgs bulundu diye!

-Hayır kesin sonuca ulaşamadık daha. Az önce standart modelin başka versiyonları olduğunu okuduğunuzu söylemiştiniz. Açıkladığım standart modelin dışında da higssvari parçacıklar öneren modeller var. Ya benim gördüğüm parçacık standart modelin öngördüğü değil de felankes modelin öngördüğü parçacıksa? Standart model diyor ki, eğer bu gördüğünüz benim öngördüğüm parçacıksa onun bu kanalda böyle bir oranda bozulması gerekiyor. Örneğin iki fotona şu oranda bozulmalı, iki kuarka bu oranda bozulmalı, iki z parçacığına bu oranda bozulmalı. Bu oranlar standart modele göre virgülden sonra bilmem kaçıncı haneye göre hesaplanabilir. Tamam hesaplanabilir de benim onların hepsini ölçüp virgülden sonra bilmem kaçıncı haneyi test edecek kadar veri yok elimde. Dolayısıyla evet standart model Higgsine benziyor ama o mu, bunu kesin olarak söyleyebilmek için daha vakit var. Bunlar çok uzun soluklu işler.

https://www.demokrathaber.org/images/upload/G_-%C3%9Cnel-10.jpg-Daha ne kadar beklemek gerekiyor bunun için?

-Bir kanalda bir gözlem yapıldı ve birkaç kanalda bunu destekleyen veriler elde edildi. Fakat ben her kanalda aynı şeyi aynı kütlede ve beklenen dallanma oranlarında (bu teknik bir deyim, yüzde kaç neye bozunduğunu ifade eden bir deyim), doğru dallanma oranlarında bozunduğunu ölçmeliyim ki bu standart modelin Higgsi diyeyim. Mesela başka ne olabilir bu, belki süper simetri var ve ben onun Higgsini görüyorum. Bu böyleyse evet, ben onu başka kanallarda da göreceğim. Ama mesela iki fotona gitme ile iki ....’ya gitme oranı farklı olacak. Bunu ölçmeliyim ki farkını göreyim. Dolayısıyla bunun için yeterli veri yok elimizde. Başka ölçümlere ihtiyaç var.

-Diyelim ki Higgs’in varlığı kesinleşti... Bu enerjiye kütle kazandırılabileceği anlamına gelir mi? İnsanlar bunu yapabilirler mi?

-Einstein e=mc2 formülü ile bunu zaten söylemişti. Enerji ile kütle aynı şey. Biz de parçacık hızlandırıcılarında bunu yapıyoruz. Kütleyi enerjiye, enerjiyi kütleye dönüştürüyoruz zaten.

-Demek ki pot kırdım.

-Bu tamam. Higgs’in varlığı bize şunu söyleyecek; gözlemlediğim atom altı parçacıkların neden kütleli olduğunu anlayacağım bir, ikincisi de birbirine çok benzeyen (elektrozayıf) kuvvetin, kuvvet taşıyıcısı olan parçacıkların, yani fotonun ve z parçacığının neden biri kütleli biri kütlesiz bunu anlayacağım. Tabiatta yaptığım gözlemleri daha iyi anlayıp açıklayacağım. Higgs bu işe yarıyor. Yani iki işe yarıyor: birincisi temel yapı taşlarının, flektonların, kuarkların nasıl kütle kazandığını açıklıyor, ikincisi kuvvet taşıyıcıların neden bazılarının kütleli, bazılarının kütlesiz olduğuna açıklık getiriyor. Higgs bu yüzden iyi bir şey ve bir taşla iki kuş vuruyor. Bunları yapan başka modeller de var, Higgs tek model değil, ama bir taşla iki kuş vurduğu için daha ekonomik bir model. İki taşla iki kuş vuran modeller o kadar iyi değil.

-Sonuca ulaşılırsa ne kazanacağız Higgs’in varlığının kanıtlanmasından. Yani nasıl kullanacağız bu bilgiyi. Yeni icatlar, yeni teknolojiler... Evrenin tarihini açıklamak dışında bize getirisi ne olacak?

-Falcılık zor zanaat.

-Bir tahmininiz yok mu? Mesela elektrik bulundu, ardından ona bağlı bir dizi icat geldi...

-Tamam çok güzel... 1887’de C.C. Thomson elektronun kütlesinin yüküne olan oranını ölçtü. Adam bunu yaptığında ses kayıt cihazını, televizyonu falan görebilir miydi? Yıl 1887. Sokakta at arabalarının gezdiği bir dönemden bahsediyoruz. Şimdi de ben bilmiyorum bu ne işime yarayacak.

-Higss’in izini süren deney neden Atlas deneyi olarak adlandırıldı? Sadece meraktan soruyorum.

-Hoş olsun diye. Genelde deney isimleri bir şeyler çağrıştırsın, birazcık da duyanı eğlendirsin diye seçiliyor bence. Atlas güzel bir isim. Bir de Alice deneyimiz var mesela. “Alice in wonderland” gibi. Sonra CMS diye, compact muon solenoid diye, bana sorarsanız sıkıcı bir isim var.

-O da mı Higgs’in izini sürüyor?

-Bu büyük hadron çarpıştırıcısı üzerinde dört deney var, dört çok büyük deney. İki tanesi çok büyük, ikisi ise sadece büyük. Atlas ve CMS birbirine rakip kardeşler, aynı konuları araştırıyorlar. Neden aynı konuda iki deney yapılıyor diye sorarsanız, cevabı bilimsel yöntem. Bilimsel yöntem diyor ki ben bağımsız şartlarda aynı şeyi test edebilmeliyim. Bilimsel yöntemi kullanıyorsak bir deneyin mutlaka ölçülen diğerinin sağlamasını yapması lazım. Yani Atlas ve CMS birbirlerinin sağlamasını yapan iki ayrı deney. Atlas Higgsi buldu, CMS bulamadıysa, bu Higgs bulunamadı demektir. İkisinin de doğrulaması lazım. Alice ise ağır iyonlar çarpıştığı zaman bunlardan kuark ion plasma adı verilen ve evrenin ilk anlarında olduğunu varsaydığımız bir durum oluşturulabilir mi, oluşturulabilirse bunların özelliği nedir, bunu incelemeye çalışıyor. Dördüncü deney LHCB. O da özellikle B kuarklarının özellikleriyle ilgileniyor. Onların da amacı şu: Biliyoruz ki evrende madde ve anti-madde var. Bunlar biraraya geldiğinde birbirlerini yok ediyorlar. Hesaplara göre evrenin başında enerji vardıysa o zaman eşit miktarda anti-madde de olmalıydı. Fakat bugün kafamızı nereye çevirsek her şey madde. O zaman bu anti madde nereye kayboldu sorusunun cevabını bulmaya çalışıyor bu deney. Çünkü bir simetri olmalı ki arasında anti madde ortadan kaybolsun ve geriye sadece madde kalsın. B kuark bu araştırmayı yapabileceğimiz en ağır kuark.

https://www.demokrathaber.org/images/upload/soylesi1(1).jpg

-Notlarımın arasında bir deney daha var; LHÇF. Ondan bahsetmediniz..?

-Çünkü çok çok küçük bir deney. F sanırım “forward”dan geliyor. Atlas’ın ön tarafında demet yönünde parçacıkların ölçümüyle alakalı çok çok küçük bir deney. Ne yaptığıyla çok ilgilenmedim. Bu soruya cevap vermek için doğru kişi değilim.

-Hadron çarpıştırıcısının doğaya zarar verdiği endişesini taşıyanlar var. Bu endişenin haklılık payı var mı?

-Hayır.

-Ama parçacıkların güneş merkezindeki enerjinin yüzbin katı bir enerjiyle çarpıştırıldığı söyleniyor. Bu güçlü bir radyasyon salınımına yol açmaz mı?

-Arkadaşımın evinde görüp okuduğum bir kitaptan bahsetmek istiyorum. “Bilim Tarihindeki Beş Büyük Tartışma” mı, öyle bir şey, internette vardır. Bu tartışmalardan bir tanesi dünyanın yaşı ile ilgili. Lord Kelvin adında bir adam var. Kelvin zamanının çok çok başarılı fizikçilerinden ve dünyanın kendi başına var olamayacağını, olsa olsa güneşten kopmuş olabileceğini öne sürüyor. Dünya soğuya soğuya şu anki sıcaklığına gelmiş olsa, yaşı da şu kadar olur diye hesaplamalar yapıyor. Ama karşısına paleontologlar çıkıyor ve diyorlar ki “biz fosillere baktık, senin dediğin bu yaş olamaz, bu az”. Bizimkisinin geçmişten gelen çok büyük bir özgüveni var. Onlara “siz saçmalıyorsunuz, geçin bunları!” diyor. Bu 1800’lerin sonuna doğru oluyor. 1900’lerin başında genç bir yeni Zelandalı ortaya çıkıyor: Ernest Rutherford. Bu atom çekirdeğinin içinde ne var diye bakıp atom çekirdeğini anlamamızı sağlayan adam. Bu adam şimdi çok aşina olduğumuz bir şeyi keşfediyor, yani radyasyonu. Ortaya çıkıyor ki, her iki taraf da haklı, Kelvin de Paleontologlar da. Ama Kelvin’in unuttuğu bir şey var, o da dünya tam soğumuş değil ve çekirdeği zaten radyoaktif. Orası radyoaktif olduğu için orada bazı elementler var, etkileşiyorlar. Bunlar dışarıya işi yayıyorlar. Dolayısıyla sadece güneşten kopmuş bir kaya parçası değil, kendisi de enerji üretebilen bir kaya parçası. Dolayısıyla Kelvin radyoaktiviteyi bilmediği için hesabı eksik.

Bütün bu hikayeyi şu yüzden anlattım, dünyanın kendi içinden gelen doğal bir radyoaktivite var zaten. Buna ilaveten uzaydan gelen kozmik ışınların getirdiği bir radyoaktivite de var. Uçağa binip gezdiğinizde, ne bileyim yolcu uçaklarında pilotluk yaptığınızda yerde duran insandan daha fazla radyasyon alıyorsunuz. Dolayısıyla önemli olan radyasyon almak değil, ne kadar aldığınız, bunun miktarı.

Şimdi gelelim deneyimizde güneş merkezindeki enerjiden kat kat fazlasının var olması meselesine. Tamam bunların hepsi doğru. Tamam güneşin merkezindeki enerjiden daha fazlasını yaratmış olabilirim, ama bunu nereye koydum, bu önemli. Küçücük bir yere koyduysam, o zaman küçücük bir alanda bunu yapınca, bunun ortaya çıkaracağı radyasyonu soğuracak kadar enerjim var. Radyasyonu tabiata zarar verecek şekilde etrafa saçmıyorum. Kurşundan kafesim var, blokum var, gereken tedbirleri alıyorum. Bir de bu radyasyon bugün varsa yarın yok. Yarı ömür diye bir şey var, kendi kendine yok olan bir şey bu. Sonuç olarak tabiata zarar veriyor muyuz, hayır vermiyoruz.

“HALA SİLAHTAN DAHA UCUZ BİLİM YAPMAK!”

-Kabul, bu konuyu geçelim o zaman. Diyelim ki Higgs’in varlığını ispatladınız. Ne yapacaksınız Hadron Çarpıştırıcısını. Bu pahalı makinayı sonra çöpe mi göndereceksiniz? Milyarlarca dolarlık bir maliyetten bahsediliyor sonuçta...

-Harika bir soru! Evet oyuncağımız pahalı ama uçak gemisinden ucuz, hala silahtan daha ucuz bilim yapmak! Neyse şu anda tatildeyiz. Dedektörümüzü yenileyeceğiz, hızlandırıcımızı yenileyeceğiz, yazılımlarımızı yenileyeceğiz. 2015’te tekrar çalışmaya başlayacak. Bunlar çok uzun soluklu işler. Tekrar, daha yüksek enerji ile veri toplamaya devam edeceğiz. Bunu hepimiz dört gözle bekliyoruz. Bu iş ne kadar sürecek peki? En az 15 sene yükseltilmiş enerjisi ile büyük hadron çarpıştırıcısını kullanmayı bekliyoruz. Diyelim ki aradan 20 sene geçti ve bu aletle yapabileceğimiz her araştırmayı yaptık. Sonrası için birkaç fikir var. Mesela bir fikir diyor ki bu halka, daire şeklinde. O zaman yanına doğrusal bir hızlandırıcı koyup elektronları hızlandıralım, elektronlarla protonları çarpıştıralım, böyle deneyler yapalım. Bir başka düşünce diyor ki bu tünelde yeterince yer var, buna iki halka daha ekleyelim, elektronları ve elektronların anti-parçacığı olan pozitronları çevirelim. Elektron-proton ve pozitron-proton çarpışmaları yapıp başka bir fizik yapabiliriz. Diyelim bunları yaptık, bunlar da bizi bir 40 sene idare etti. Bunlar yeni hızlandırıcı ve algıçlar gerektiren yeni deneyler. Biz emekli olup gitmiş olacağız. Gençler yapacak bunları, biz sadece fikir üretiyoruz, ön çalışmalarını yapıyoruz bunların.

-Higgs’ten sonra sırada hangi deneyler var?

-Planlanan “Hadron elektron çarpıştırıcısı” diye bir şey söz konusu. Ben de bu çalışma grubunun içerisindeyim. Bundan sonra ne deneyler yapılabileceğine dair birkaç yüz sayfalık bir rapor bitirdik yakın zamanda. Belki tünelin içindeki mıknatıslar veyahut enerji sistemi değil, en değerli varlığımız tünelin kendisi. Çünkü tünel kazmak zor. Aynı tünelde Büyük Hadron Çarpıştırıcısı’ndan önce bir başka hızlandırıcı vardı; büyük elektron-pozitron çarpıştırıcısı. Arada da başka deneyler, ölçümler yapıldı. Tünelde gerçekleştirilebilecek birçok ilginç fikir insanların aklına zamanla gelecektir.

Hangi boyutlarda bu çarpıştırıcı alet, nerede duruyor?

-Ortalama yerin 100 metre altında. 5 veya 7 derece eğimle duruyor, düz durmuyor yani. Çünkü kayaya oturmak zorunda. Bir tarafı seksen metreyse diğer tarafı 100 metredir yaklaşık. Çevresi de yaklaşık 27 km. Fiyatına gelince... Kabaca ortalıkta dillendirilen 10 milyar doların içinde CERN’deki bütün hızlandırıcıların maliyeti var. Büyük Hadron Çarpıştırıcısının (LCD) maliyeti tek başına o kadar yüksek değil. Çalışanlar, deneyler, her şey dahil çünkü. Tüneli saymamak lazım, onu bir önceki jenerasyondan devraldık. Geçmişten devralınanları maliyetten düşersek LCD’nin maliyeti bir milyar dolara iniyor. Bunu da az önce uçak gemisinin fiyatı ile karşılaştırdım.

-Evrene dair araştırmalar yapıyoruz, pardon yani siz yapıyorsunuz...

-İnsanlık olarak bunu hep beraber yapıyoruz. Siz de vergilerinizle bu araştırmaya doğrudan katılıyorsunuz.

-Kabul, neyi ne kadar bildiğimizi merak ediyoruz aslında. Yani bilimin aydınlanma döneminden beri her şeyi bilen “otoriter” bir konumu var hayatımızda. Bu algımız doğru mu, yoksa babasının her şeyi bildiğini sanan bir çocuk naifliği mi gösteriyoruz?

-Her şeyi bilmediğimiz, ama araştırdığımız açık. Bir yüzdelik vermek gerekirse bilim tarihi boyunca evrene dair gerçeklerin sadece %5’ini ortaya çıkarabildiğimizi söyleyebiliriz. Uzun bir giriş yapmak zorundayım. Birtakım varsayımlarla yola çıkıyoruz. Bunlardan bir tanesi gözlediğimiz evrenin izotropik olması. Ne anlama geliyor bu? Buraya bakıyorum bir şey görüyorum, diğer tarafta bir şey görüyorum. Bunlar az çok aynı. Ha ne diyorum, evren üç aşağı beş yukarı aynı. Küçük farklılıklar olabilir, onları da ölçüyoruz, onların da bize söylediği bambaşka şeyler var. Eğer isterseniz “WMAP”ten ve “kozmik backgraund”dan söz ederim ama büyük skalada evren üç aşağı beş yukarı aynı. Burada doğru olan orada da geçerli. Bu bir, ikincisi skalalardan, büyüklüklerden konuşalım.

Biz dünyanın üzerindeyiz, güneş sisteminin içinde. Güneş sistemimiz samanyolu galaksisinin kuyruğunda, uyduruk bir yerdeyiz, önemsiz fakir bir yer. Sıfır yani bizim önemimiz. Bu sadece Samanyolu galaksisi için. Evren dediğimiz şeyin içinde sonsuz sayıda galaksi var. Ama çok enteresan bir başarının sahibiyiz. Birçok galaksinin bir tanesinde, birçok yıldız sisteminin bir tanesinde olan bir takım insanlar evrenin tamamı hakkında fikir yürütüyorlar! Bu inanılmaz müthiş bir başarı. İşin ilginç yanı yürüttüğümüz fikirlerin yaptığımız deneylerde doğruluğunu ölçüyor, kanıtlıyoruz. Ben dedim oldu değil yani. Ha ne kadarını keşfedip ortaya çıkardık ona gelelim. Dedik ki parçacık fiziği, protonlar nötronlar falan, bütün bu bildiklerimizi toplasak evrenin aşağı yukarı %5’ini anlıyoruz gibi düşünebiliriz.

-Bu kadar zahmetin karşılığında sadece %5 mi?

-%5 hiç de az değil aslında.

-Geriye kalan nedir?

-Geriye kalan dolaylı yollardan etkisini gözlemlediğimiz bir şey. “Şey” demekten hiç hoşlanmasam da bunu kullanmak zorundayım. Buna “karanlık madde” diyoruz.

-Ne anlama geliyor bu?

-Karanlık madde yerçekimiyle etkileşiyor ve bize ışık göndermiyor, elektromanyetik olarak etkileşmiyor, güçlü olarak etkileşmiyor. Belki elektrozayıf noktadan etkileşecek. Ama yakınına gidip ölçemediğimiz için bunu da bilmiyoruz. Dolayısıyla ne olduğunu tam olarak anlayamadığımız ama kesinlikle ışığı büken, gezegenlerin hareketinde, kütlesi olduğu için, söz söyleyen, bizim bu sözü ölçebildiğimiz, karanlık madde diye bir şey var.

-Bir pot daha kırmamak için sormak zorundayım: Bu, kara deliklerden farklı bir şey herhalde?

-Evet bu farklı. Bu aşağı yukarı “bilinmeyen”in %20-25’ini oluşturuyor. Geriye kalan %70-75’i ise “karanlık enerji” olarak adlandırıyoruz. Yani “dark matter” ve “ dark energy”.

-Bu henüz “bilinmeyen”i nereden biliyoruz?

-Neticede parçacıkların yani küçüklerin dünyasında standart model geçerli. Büyüklerin yani yıldızların dünyasında Einstein’ın genel görelilik modeli geçerli. Burada bir takım ölçümler yapıyoruz. Süper Novalar’dan ölçümler yapıyoruz ve evrenin gitgide genişlediğini görüyoruz. Normalde yerçekimi çekiyor, yıldızlar birbirini çekiyor, dünya güneşi çekiyor, ben tozları çekiyorum, herkes birbirini çekiyor.

-Şimdi kafamız iyice karıştı. Madem herkes her şey durmaksızın birbirini çekiyor, neden evren küçülmüyor da genişliyor?

-İşte bu soruyla yeni gerçeklere yöneliyoruz. Eğer bu adam sonsuza doğru durmadan genişliyorsa, o zaman iten de bir şey olması lazım. Bu ve benzer bir takım akıl yürütmelerden ve gözlemlerden yola çıkarak karanlık enerji diye bir şeyin olduğunu öne sürüyoruz. Ve bu kozmik ardalan ısınımı veya süper novaların yaşlarıyla ilgili ölçümlerden de bunun toplam katkısını ölçüyoruz. Bu da yaklaşık % 70’e denk geliyor. Bunun da ne olduğunu henüz bilmiyoruz. Bu da evrenin tamamını anlamak için çözmemiz gereken şeylerden biri.

-Higgs hangi yüzdeliğe dahil?

-Higgs’in bu hesaplamada katkısı sıfır diyebiliriz. Çünkü görebildiğimiz evrenin çoğu protonlardan oluşuyor, nötronlardan oluşuyor. Ölçebildiğimiz evrenin ortalamasını alacak olursak proton der, geçerdim. Çünkü yıldızlar var zaten. Yıldızlar da protonları helyuma dönüştüren fırınlardır. Demek ki çok çok miktarda proton var. Ondan belki daha az miktarda nötron var. Onların da kütlesi çok çok düşük. Dolayısıyla çoğunlukla proton.

-ABD’li bilim insanı Kate Simonton, Natur dergisinde yayınlanan bir makalesinde ham bilgi bolluğunun insanların üreticiliklerini olumsuz yönde etkilediğini ve Einstein’dan sonra bilim dünyasından yeni bir dahi çıkmadığını iddia ediyor. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?

-Katılmıyorum, tabii ki Einstein’dan sonra dahiler çıktı. Burada unutacaklarıma haksızlık olmazsa bazı örnekler verebilirim. Einstein en önemli makalelerini 1905’te yazdı, 1921’de Nobel ödülü aldı ve 1955’te öldü. Sonra Quantum Electro Dynamics’in kurucusu olan ve süper akışkanlık fiziğini açıklayan Richard Feynman (1918-1988) geliyor. O da 1965 Nobel ödüllü ve hatta nanoteknolojinin öncüsü. Bir diğer özelliği de hiyeroglif yazılarını doğru okuyan ilk kişi olması.

Ed Witten matematiksel fizikçi. 1951 doğumlu, “sicim kuramı”nın kurucularından ve yaşayan en büyük fizikçilerden. 1990 yılında alan madalyası yani Nobel matematik ödülü aldı.

Bir diğeri Jim Simons. 1938 doğumlu “chern-simons teorisi”ni ve “hedge fund” kavramını bulan kişi. Bu sonuncusundan 10 milyon dolar kazanıyor ve kazandıklarını üniversite araştırmalarını desteklemek için harcıyor.

-Felsefe ve bilim arasında nasıl bir ilişki var günümüzde? Sanki felsefe bilimin gölgesinde silinip gitti.

-Bence sorun yok. Bu anlamda serbest piyasa... Felsefe marifet gösterseydi silinmezdi. Benim sorunum değil.

-Facebook sayfanıza göz atınca Gezi Parkı olaylarına bir ilginiz olduğunu gördük. Hükümet bu olayların dünyada Türkiye’nin ve Türkiyeliler’in saygınlığına zarar verdiğini ileri sürdü. Sizce de böyle mi oldu?

-Bence tam tersi, ama böyle bir şeye somut örnek nasıl verilir emin değilim. Ölçülebilir bilimsel bir örneğim yok ama benim gözlemimi şöyle özetleyebilirim: Belki konu basit başladı, çoğu insan için birkaç ağacın önemi yoktu, ama birey olmanın önemi vardı. Birey olmanın, ne istediğini bilmenin ve istediğini elde etmek için elinden geleni yapmanın önemi vardı. Oradaki gençlere saygı ve takdirle yaklaşıyorum. Çünkü gençler ne istediklerini biliyorlardı. Kendilerine yapılan haksızlığa haksızlıkla tepki vermediler. Hep gülerek hep şakayla tepki verdiler. Belki bizim neslin bir eksikliği bu, biz bunu yapamadık. Biz sertliğe sertlikle yanıt verdik. Aziz Nesin var ya, işte şimdiki çocuklar bir harika!

-CERN gibi uluslararası bir merkezde çalışıyorsunuz. Meslektaşlarınızın tepkileri nasıldı?

-Biz de bir şeyler yapmaya çalıştık. CERN bir bilim kurumu. Politikanın ve bu tip günlük politikanın tamamiyle üstünde. Ama orada çalışan insanlar da akılları ve yürekleri olan normal kişiler. Burada sosyal gruplar var. Bu dans kulübü de olabilir, başka bir şey de... Bu gruplardan biri de “conCERN”. Bunlar dünyanın her tarafındaki olaylardan haber alıp görüşlerini belirten, eğer bir haksızlık varsa en azından “yahu bu yanlıştır” diyen insanlar. Bu insanlarla beraber birkaç toplantımız oldu. Olan biteni anlatmaya çalıştık. Sonunda ben biraz geride durdum, gençler şimdiye kadar harika işler yaptılar, bundan sonrasını nasıl olsa götürürler diye... Hedef imzalanacak bir bildiri çıkartmaktı, şu anda neredeyiz, ne yapıyorlar bilmiyorum açıkçası. İki kere toplantıya çağırdılar, elimden geldiğince anlattım.

-Biraz da bilim magazini yapalım istiyoruz. Stephan Hawking CERN’in 14 Mart’taki açıklamasından sonra, Michigan Üniversitesi’ndeki meslektaşı Gordon Kane’le giriştiği bahsi kaybettiğini ve ona 100 dolar ödediğini açıkladı. Hawking daha önce de Higgs’in bulunamayacağını, hatta bulunmasını istemediğini açıklamıştı. Hawking’in Higgs’le olan problemi nedir?

-Higgs modeli bir taşla iki kuş vuran, yemek üstü çikolatalı dondurma gelmesi gibi bir şey. Hadi çikolatalı dondurma gelmesin de daha önce hiç yemediğiniz, hiç bilmediğiniz çok güzel bir meyve gelsin. Higgs çikolatalı dondurma, Higgs dışındaki bir şey olursa o daha bilmediğiniz egzotik meyve olacak. Higs olmasın da, başka bir şey olsun görelim, şaşıralım, eğlenelim gibi... İki taşla iki kuş vuran başka modeller de var. F boyutlarla da bu açıklanabilir, iki tane Higgs olabilir, ne bileyim, (teknikalir) da olabilir. Sonuçta Higgs oldu, çikolatalı dondurma yedik.

-Bu güzel söyleşi için sonsuz teşekkürler. Son olarak söylemek istediklerinizi alabilir miyiz?

-Türkiye’de epeyce insan futbolcu olmak istiyor, Brezilya’da da... Bayağı bir insan güzellik yarışmasına, dans yarışmasına katılıyor. Belki televizyonda bilim yarışması yapmalıyız.

Siz benim Facebook sayfama göz atmışsınız. Güzel... zaten o sayfa insanlar baksın diye yapıldı. Sizin gibi, ilkokul öğrencisinden üniversite talebesine kadar bakıyorlar ve çekinmeden yazıyorlar. Ben de bunun arkasındayım.

Özellikle üniversite çağına gelen insanların şöyle bir sıkıntısı var; ne zaman bilime yönelecek olsalar, annelerinden, babalarından, öğretmenlerinden, bilim olimpiyatlarına hazırlayan kurs öğretmenlerinden “fizikçi olma” lafını işitiyorlar. Bu çok kötü. Türkiye’yi daha iyi, daha medeni, daha yaşanabilir bir yer haline getireceksek, tam tersine bilim adamlarına ihtiyacımız var. Futbola karşı değilim. O da ihtiyaç ama onun onda biri kadar bilim insanlığına özendirilse, özenenler durdurulmasa keşke! Benim gördüğüm temel sıkıntı bu. İnsan hayal kuruyor tabii... Öyle bir bilim bakanım olsa ki, fizik bölümü kapansın demese, pastacı olun demese. Kurulacak çok hayal var.