Bilindiği üzere siyasiler en önemli mesajlarını ya bir açılışta ya da bir dış seyahat esnasında gökyüzünde uçakta iken verirler. Onları bu şekilde motive edenin ne olduğu hususu başlı başına bir araştırma konusu olmakla beraber özellikle bulutların üstünde verdikleri beyanların yer çekimine mahkum vatandaşlarındaki etkisini çok iyi biliyorlar.

Ergenekon sanıkları ile şürekasının baştan beri dillendirdikleri “milli ordumuza kumpas kuruldu” klişesinin bir anda telif hakkı sahibi oluvermiş başdanışman Yalçın Akdoğan da Suriye sınırında MİT’e ait tırların durdurup görevlileri dövdüren generalin deşifre olması nedeni ile böyle bir konuşmayı geçenlerde bir açılışta yaptı.

Akdoğan; 'Burada rahatsızlık duyulan AK Parti değil, bir kişi değil, milletin iradesine dönük bir rahatsızlık söz konusu. Devletin içinde paralel yapıların MİT'e, milli bankalara, hükümete yönelik tezgahlarını görüyoruz. Bu saldırılara millet ne dedi? Biz Erdoğan'ı yedirtmeyiz dedi. İster Ergenekon'un beyazı, isterse siyahı olsun, milletin iradesine kim saldırırsa biz o eli kırarız' dedi.

Bu konuşmadan öğreniyoruz ki Akdoğan, Ergenekon konusunda bir adım ileri iki adım geri stratejisinde. Bir başdanışmana akıl verecek değiliz ama biz yine de uyarıverelim: Sayın Akdoğan devlet yetkililerinin öyle kırıp, dökerek cezalandırma söylemleri her ne kadar Türk devlet geleneğinde yakın zamana kadar varsa da bir 18. yüzyıl ve öncesi devlet politikasıdır ve “Yeni Türkiye’ye” bu yakışmıyor.

Ayrıca askeri ve sivil yaşamda çok gizli örgütlenerek, her tür kontra eylem, istihbarat ve karşı istihbarata göre görevlendirilmiş onbinlerce özel harp unsuru beyaz ve siyah kuvvetleri durup dururken birden hatırlayıvermeniz ve ellerini kıracağım diye tehdit etmeniz onlarda ne kadar etki etmiş olabilir hiç bilemiyoruz. Ama bu tehditler onlardan çok bu konuda politika değiştirmenizle size uyan çevrenizdekileri çok büyük bir endişeye sürükleyebilir.

Çünkü bu tür ifşa ediş sizden birkaç gün önce Nato’yu çok iyi bildiği söylenen Aziz Yıldırım’da da görüldü. Yıldırım kabaca: “Bana yapılanları ne hükümet ne de cemaat üstlenmiyorlar onlar yapmadılar. Bunu yapan gladyo” dedi. Yıldırım’ın 1990’lı yıllarda yani soğuk savaş sonrasında Türk gladyosunun neye evrilip dönüştüğünü çok iyi bilen biri olarak neyi kastettiğini muhatapları çok iyi bilir. Birkaç gün ara ile aynı adresin ifşa edilmesi ile o yapıya “bak yaramazlık yapma gözümüz üstünde mi” denilmek isteniyor. Öyleyse sanırım çok korkmuşlardır.

Ama daha emin olduğumuz şudur ki; yolsuzlukları örttükçe, yargıyı hükümetin memur eri haline getirttikçe, “porno lobisi” deyip halkın haber alma hakkını gasp ettikçe, adil yargılanmayı sağlamayıp da ergenekon, balyoz gibi davaların içini boşalttıkça, TMK’yi kaldırıp ceza yasasının içine yedirdikçe, Suriye politikanızda halen cihatçılara destek sağladıkça ve Kürt meselesinin çözümünü seçimlere çatışmasız girmek için bir niyet ya da pazarlık konusu yapıp somut adımlar atmadıkça kontrgerilla birimlerinin beyaz ve siyah kuvvetleri sürekli yakanızda olacaktır. Seçimi yüksek oranlarla kazanmanız size güvence olmaz. İdari, hukuki ve siyasal zemininizi kontra eylemler için kendiniz boşaltıyorsunuz.

Yargı cephesinden son gelişmelere bakacak olursak eğer;

Bilindiği üzere yargı üzerine en çok konuşulan bir devlet aygıtı olsa da kendisini oluşturan esaslı unsurlarla en çok sessizliğe bürünen bir yapıdır. Bu aygıtın organlarını oluşturan yargıçların hükümleri, savcıların iddianameleri, avukatlarınsa savunmaları ile konuşacağı gibi kendilerine bir rol biçilse de bu oldukça statükocu bir yaklaşımdır. Çünkü her meslek grubundan özlük sorunları yanında mevcut işleyişteki tıkanıklıkların misyonları bağlamında aşılması için çaba sarf etmesi beklenir. Fakat bu konuda en çok sessizliğe bürünenler yargıç ve savcılardır. Son yıllardaki örgütlenme çabaları bu bakımdan önemli olsa da halen yetersizdir.

Devlette çeteleşmeyi önleyecek en önemli güvenlik bendinin yargı olması gerekirken cumhuriyet boyunca bu çeteleri görmezden gelen de maalesef yargının kendisi olmuştur. Hatta bazen kendisi başlı başına çeteleşmiştir. Haliyle bu yapıya siyasilerin, ekonomik güç sahiplerinin, bürokratların müdahalesi de kaçınılmaz olmuştur. Yargı çoğu zaman bir adli talimatlar müdürlüğü görünümü almıştır. Halktan çok devletin koruyucusuna dönüşen bu aygıtta kürsü birlikteliğine giden savcı ve yargıçların, halka daha yakın kesimde yer alan avukatları o işleyişte yok sayması yada bir dolgu malzemesi olarak gördükçe de siyasilerin her türlü hukuksal işleyişi altüst etmelerine fazla bir itirazlarının olamayışı da doğal sonuçtur. Çünkü bu birliktelik kürsü birlikteliğinden çok kurul, staj, akademi, lojman gibi daha derin bir birliktelikten geldiği için savın ve sentezin iç içe geçtiği bir yapıdan bahsediyoruz. Herhangi bir yasal değişikliğe ihtiyaç duymadan savcının hakim kürsüsünden koparılması adımını her şeyden önce savcı ve yargıçların biricik derdi olması gerekirken, o cephede bu konuda herhangi bir çabaya pek rastlanmıyor!

Savcıların, hakim yanından savunma avukatı yanına yada karşısına oturtulması savcının kendisinin kamu avukatı olduğunu daha iyi idrak etmesini, iddianamesini daha özenli hazırlamasını, bağlantılı somut hukuki delillere daha çok yer vermesini sağlayacak ve yargılamadaki adil yargılama sorunlarının en az yarısını giderecektir. Böylelikle organik olarak iddianameyi doğrulamakla uğraşan hakimden çok hakem rolü üstlenerek tarafsız biçimde hükme varacak hakime kavuşacağız.

Basit gibi görünen ama adil yargılamanın önündeki en önemli tıkaçlardan biri olan şu tablo bu haliyle devam ettikçe ve yargı yargı olmadıkça, onları birer adli memur gibi gören yürütmeler de hep olacaktır.