Mısır’da 25 Ocak 2011 ayaklanmasının sembol isimlerinden Ala’ Abdul Fettah, son beş yılın kendisi üzerinde bıraktıklarını kaleme aldı. Fettah, beş yıl içinde Mısır’ın son beş yönetiminde ya gözaltına alınmış ya da tutuklanmış bir isim.

Mısırlı solcu eylemci Fettah, 23 Şubat 2015′te beş yıl hapis cezası aldı ve halen hapishanede.


Ala’ Abdul Fettah’ın kaleminden çıkanları İntifada Yayınları Türkçeye çevirdi.

BEŞ YIL SONRA 25 OCAK: YAZABİLDİĞİM SÖZLER YALNIZCA SÖZLERİMİ KAYBETMEM ÜZERİNE

Beş yıl önce, hayatımın son normal günü olacak olan o günde, Pretoria’da küçük bir bilişim teknolojileri şirketindeki masamda çalışıyormuş gibi yapıyor, aslında Guardian’a küçük bir makale yazıyordum. Mısır devriminin neden ciddiye alınması gerektiğiyle ilgiliydi. Ya da en azından ben öyle hatırlıyorum. Şimdi makaleye dönüp bakamıyorum çünkü bir yıldan uzun süredir internet erişimim yok. Mısır’da mahkûmların bir telefon konuşması yapmalarına bile izin yok. Ama şikâyet etmemeliyim çünkü en azından ailemi ayda iki veya üç kere görme şansına sahibim. Diğer siyasi mahkûmlara (çoğunlukla İslamcılar) görüş izni hiç verilmiyor.

Beş yıl önce o gün, ilk defa, devrimin nasıl anlatılacağı savaşına katıldım, beni dört yıl boyunca tüketecek bir savaşa. Oysa o gün Mısır’da bir devrim olduğundan bile emin değildim. Gençlik dolu pan-Arapçılığın yeni bir biçiminden söz ederken bile sönüp gideceğinden korkuyordum.

Devrimin gerçek olduğunu tamamen kabul etmem için bir gün daha gerekti, Tahrir’e katılmak üzere uçağa binip Kahire’ye dönmem içinse üç gün daha. Ayaklanmanın derinliği hakkında şüphe duymayı bırakıp geç kalmaktan ve bütün olayı kaçırmaktan korkmaya başlamıştım.

Mübarek’in devrilmesinden sonra anlatı savaşı daha da önem kazandı. Devlet, hikâyesine sahip çıkarak kontrol altına almaya çalıştığı devrimle uzlaşmak zorunda kalıyordu. Biz de gösterilere neden devam ettiğimizi, hatta neden gösteri yaptığımızı açıklığa kavuşturduk. Polise taş atan çocuklar devrimci midir, yoksa sabotajcı mı? Hapishane ayaklanmalarında ölen mahkûmlar devrim şehitleri arasında sayılmalı mı? Mübarek rejiminde askerin rolü nedir? Devlet üniversitelerinde parasız eğitim devam etmeli mi? Yeni bir anayasaya ihtiyacımız var mı? Varsa bunu kim yazmalı? Ve bunun gibi şeyler. Yazdım, yazdım, yazdım. Çoğunlukla Arapça, çoğunlukla sosyal medyada ama bazen de ulusal bir günlük gazetede. Çoğunlukla benim gibi devrimcilerle konuşuyordum ve sesim gittikçe ihtiyatlı bir ton aldı: Devrimci anın ne kadar kırılgan olduğu ve durumumuzun ne kadar belirsiz olduğu ana konularımdı. Ama yine de o umut ve imkân duygusundan kurtulamadım. Engellere rağmen düşlerimiz yükselmeye devam ediyordu.

İnsanlar genelde korku duvarından bahsediyor ama bana bu hep, bir kez aşıldığında korkunun, katliamların ve hapishanelerin bile geri getiremeyeceği bir umutsuzluk duvarı gibi geldi. Fazla iyimser devrimcilerin yapabileceği ne kadar aptallık varsa yaptım: Mısır’a kesin dönüş yaptım, çocuk sahibi oldum, yeni bir iş kurdum, daha halkçı, daha az merkezi ve daha katılımcı bir demokrasiyi hedefleyen bir dizi ilerici girişime katıldım, her bir zalim yasayı ve hükmü kalmamış tabuyu çiğnedim, hapishaneye gülümseyerek girdim ve zafer duygusuyla çıktım.

2013’te azgınca militaristleşmiş sözde seküler bir devletçilik ile İslamcılığın kötücül bir mezhepçi- paranoyak biçimi arasındaki zehirli kutuplaşma karşısında anlatı savaşını kaybetmeye başladık. 2013’e dair bütün hatırladığım, “Her iki ailenin de Tanrı belasını versin!” diye bağırırken sesimin ne kadar acı çıktığı ve dinleyecek kimse yokken herkesi yakacak bir ateşe karşı uyaran Kassandra’nın lanetinden şikâyet etmenin kulağa ne kadar mızmız ve melodramatik geldiğiydi. Sokaklar polis şiddetinin kurbanları yerine polislerin resimlerinin taşındığı gösterilerle dolarken, eylemlerde Şii karşıtı sloganlar atılırken, Kıptilerle ilgili komplo teorileri çoğalmaya başlarken sözlerim bütün gücünü yitiriyor ama ağzımdan dökülmeye devam ediyordu. Bir avuç dinleyenim olmasına rağmen hâlâ sesim çıkıyordu.

Ama sonra devlet çatışmayı cumhuriyet tarihinde ilk kez insanlığa karşı suç işleyerek çözmeye karar verdi. Rabia el-Adeviye katliamından sonra korku ve umutsuzluk duvarları yeniden yükselecek, İslamcı olmayanların bir katliam yaşandığını kabul edip kendi adlarına gerçekleştirilen şiddeti reddetmelerini sağlamak üzere yeni bir anlatı savaşı başlayacaktı.

Katliamdan üç ay sonra tekrar hapisteydim. Yazılarım yeni ve tuhaf bir rol üstlendi: devrimcileri yenilgiyi kabul etmeye, iyimserliği bırakmaya çağırmak. İyimserlik artık askeri zafercilikle kullanışsız ve rağbet görmeyen toptan rejim değişikliği ısrarı arasında taraf seçmeyi teşvik etmesiyle tehlikeli bir hal almıştı. Biraz olsun temel insan haklarını savunmaya devam edebilmek için toplayacağımız bütün güce ihtiyacımız vardı.

Yenilgiyi anlattım çünkü devrimin o dilini kaybetmiştik. Onun yerini milliyetçi, doğuştancı, kolektivist ve post-kolonyal dillerden oluşan, çatışmanın her iki tarafında da sahiplenilerek dolambaçlı komplo teorileri kurmak ve paranoya yaymak için kullanılan tehlikeli bir kokteyl almıştı.

2014’ün başlarında devrimcilerden gösteri kanunun kaldırılması ve siyasi mahkûmların serbest bırakılmasıyla sınırlı bir insan hakları kampanyası yürütmelerini istemek hâlâ tartışmalıydı. Çoğu devrimin kazanmakta olduğuna inanmayı sürdürüyordu (kazanmayı ya Müslüman Kardeşlerin yok oluşu ya da zaferi biçimlerinde tanımlayarak). Olağanüstü halin olağanlaştığı fikri çoğunluk tarafından reddediliyordu.

Bugün o son anlatı savaşını biz kazanmışız gibi görünüyor. Devletin hâlâ destekçileri var, ancak sayıları özellikle gençler arasında hızla azalıyor. Çoğu insan 2013 yazındaki olayların doğası üzerine tartışmayı bıraktı. Devrim mi darbe mi tartışması geride kaldı. Sisi destekçileri dahi yakın zamanda refaha kavuşacaklarını düşünmüyor. İslamcıların destekçilerinin duygularını ölçmek daha güç: Mağdur edilmelerinin uyandırdığı sempatinin arttığı kuşkusuz, ancak rejime karşı etkili bir birleşik cephe örgütleyebileceklerine olan inanç zayıf. Umutsuzluk hâkim.

2014’ün çoğunu hapiste geçirmeme rağmen söyleyecek çok sözüm vardı. Dinleyicilerim çok azalmıştı ve umut mesajları vermiyordum ancak yine de, insanlara yenilgiyi kabul ettikten sonra da direnebileceğimizi, temel insan hakları için mücadele etmeye devam ettiğimiz sürece Mübarek döneminden beri savaştığımız sınırlara geri dönmenin kabul edilebilir olduğunu hatırlatmak önemli geliyordu. 2015’in başlarına gelindiğindeyse, cezamı öğrendiğimde, hiç kimseye söyleyecek hiçbir şeyim kalmamıştı. Ancak kişisel mektuplar yazabiliyordum. Devrim ve aslında Mısır’ın ta kendisi mektuplarımdan bile siliniyordu. 2015 sonbaharında artık kendi kelimelerim bile kuruyup gitmişti. Mektup yazmayalı aylar, makale yazmayalı bir yıl geçti. Söyleyecek hiçbir şeyim yok: ne umut, ne düşler, ne korkular, ne uyarılar, ne sezgiler, hiçbir şey, kesinlikle hiçbir şey.  Otizm belirtileri gösteren bir çocuk gibi geriliyor ve sözlerimi, bir dinleyici kitlesi hayal etme ve sözlerimin onlar üzerindeki etkisini zihnimde tasarlama yetimi kaybediyorum.

Beş yıl önce, hayatımın son normal gününde Guardian’a ne yazdığımı hatırlamaya çalışıyorum. O makaleyi kimlerin okuduğunu ve makalenin onlar üzerinde nasıl bir etkisi olduğunu hayal etmeye çalışıyorum. Yarının olasılıklarla dolu görünmesi ve sözlerimin yarını (biraz da olsa) etkileme gücüne sahip gibi gelmesi nasıl bir şeydi, hatırlamaya çalışıyorum.

Gerçekten hatırlayamıyorum. Artık yarın tam da bugün gibi, dün gibi önceki ve sonraki tüm günler gibi olacak. Artık hiçbir şey üzerinde etkim yok.

Ama hatırladığım tek şey, bildiğim tek şey imkân duygusunun gerçek olduğu. Hayalimizin gerçekleşebilecek olduğuna inanmak belki safçaydı, ancak başka bir dünyanın mümkün olduğuna inanmak aptalca değildi. Gerçekten de mümkündü. Ya da en azından ben öyle hatırlıyorum.