Bazen bir hikayede yaşamaya katlanamadığımız hakikatleri görürüz. Bir film izler gibi kayıtsız değil, yağmurda ıslanır gibi, zemheri ayazında üşür gibi hissederiz. Basralı fakir bir gencin hikayesi hepimizi derinden sarsacak, bizim hikayemizi bize hatırlatacak cinsten.

Genç bir Basralı günlerce aç kalmış ve Basralılardan bir dilim ekmek dilenmiş. Ama hiç kimse bir dilim ekmek vermemiş. Sadece bir kasap acımış, bir parça çiğ et atmış önüne. Basralı çiğ yiyemeyeceğine göre ya eti pişirecektir ya da açlıktan ölecektir.

Bu sefer de kimden ateş istemişse, olumsuz yanıt almış; Allah'a sığınmaktan, ondan yardım istemekten başka çaresi kalmamış. Allah'a yakarır...Allah'ım; "şu eti pişirecek bir parça ateş ver" demiş. Duası biter bitmez büyük bir yangın çıkar Basra'da. Basralılar can derdindeyken, genç adam bir köşede eti pişirmekle meşguldür. Daha önce ateş istediklerinden birisi görür adamı ve "sonunda ateşi buldun" der, "bad-el harab-ül Basra."

***

Önceki gün Diyarbakır'dan yansıyan savaş manzaralarını görünce rivayet edilen bu hazin hikayeyi anımsadım. Mısır Çarşısında tesadüfen tanıştığım Basralı bir tacir her ne kadar fakir genci nankörlükle suçlasa da hikayeyi doğruluyordu.

"Basra'yı aslında kimse alamadı, diyordu. Onlar Basra'nın Basralıya yabancı olan yıkık ve harabe halini aldılar sadece."   

Peki ya Diyarbakır... Yakıp yıkarak sahiplenenlerin mi olacak, yoksa atasını, dedesinin "dört ayaklı minarenin" toprağında saklayanların mı?

Kentin üzerinden simsiyah dumanlar yükseliyor. Çarşıda hemen hemen bütün işyerleri yerle bir olmuş. Kepenkler kurşun yağmuruyla kevgire dönmüş. Mermi değmemiş tek bir ev kalmamış. Sokaklar simsiyah kömür tozuna bulanmış. Basra değil Diyarbakır yanmış!

Günlerce taranmıştı kentin dört bir yanı. "İstikrar" operasyonu, "hendek" bahanesiyle yakılarak, yıkılarak, taranarak, top atışına tutularak haritadan silinmek istenmiş Diyarbakır'ın kalbi Sur ilçesi. Türk'ün gücünü göstereceklerini söylemişlerdi. Şimdi söylediklerini yapıyorlar.

Yanmış yıkılmış ocaklar, sesi soluğu kesilmiş insanların umutsuz bakışlarına aynı umutsuzlukla karşılık verircesine sıralanmışlar. Kiminde kurşun yemiş perdeler rüzgârla savrulurken, Kiminde kırık camların ardından ağlamaklı bir çift göz sokağı gözlemekte.

Yaşlı bir kadın ağlatan yanık sesiyle "ana dilinde ağıt yakıyor." Allah'ın evini yaktılar, Allah bu zulmü kabul etmesin diyor. Şiddetli bir patlama duyuluyor, kadın kollarını kavuşturup öylece kala kalıyor. Camiden hâlâ duman tütüyor. İçeriden kesif bir koku rüzgârla havaya karışıyor.

Az ileride bir tek çocuk ayakkabısı, dağılmış elbiseler, bir oyuncak bebek cam kırıklarının altında öylece duruyor.

Daracık bir sokağı tamamen yıkmışlar. Yan yana bir boyun öküzün yürümekte zorlanacağı yerlere zırhlı araçlar girip darmadağın etmiş. Demir direkler bile yerde ezilmiş. Mahsus mu yapmışlar, bu nasıl nefret!

Bir köşe başında üst üste  yığılmış güvercinler var. Güvercinler de şehri ele geçirerek, istikrar getirmek isteyenlerin gazabından pay almış. Dağ taş düşman, ağaçlar düşman, Kürtler düşman, Kürtlere barınak olan evler düşman, Kürt kentlerini mesken tutan güvercinler düşman... Budur işin özü. Bir tanesinin kafası yok. "Ensesinden kurşun yemiş besbelli." Bu ülke güvercinleri arkadan vurmakta pek mahir!   

***

Devlet görevlileri burunlarından soluyor. Polislerin yüzü küçülmüş. Ellerinde telefon düşmüyor, gün aşırı ailelerinden helallik istiyorlar. Eşleri tehlikeyi biliyor, lakin çocuklar herşeyden habersiz sitemkar bir muziplikle oyuncak istiyorlar babalarından. Bir taraf hasretle yanarken, diğer taraf korkuyla gün geçirmekte.

Bunlara sebep olan devlet ama onlar bundan habersiz devletin yanında saf tutuyorlar. Evi barkı yanmış insanları suçluyorlar. Evlatsız babalara düşmanlar. Namlularını babasız evlatlara doğrultuyorlar.

Herkesin yabancısı olduğu bir savaş kasıp kavuruyor Kürt kentlerini. Bir tarafta 90'larda faili meçhule kurban gidenlerin çocukları, diğer yanda korkunç bir pervasızlıkla göreve gitmeden daha Kürtleri öldürmek için and içen "özel harekatçılar."

***

Hendeklerin arkasında; "şimdi ölürsek en fazla kahvede çaylar soğur" yazısı duvarları süslerken, devlet güçlerinin ardında büyük bir yıkım bırakıp gittiği yerlerde: "Türksen övün değilsen itaat et" minvalinde yazılar küfür gibi duvarlara kazınmış.

Kimi yerlerde yılların tükenmeyen ırkçılığını remeden "ne mutlu Türk'üm diyene" yazıları görücüye çıkmış. Hendeklerin ardındaki isyan gençliği bunu "ne mutlu türkü söyleyene" diye değiştirip yanına gülücük kondurmuş.

Sur ilçesindeki akıl almaz yıkımı görünce Basra'yı hatırlamak, acıların ve kötülüklerin benzerliğinden midir acaba?

Diyarbakır Basra'ya benzedi, peki yakıp yıkanlar, onlar da Moğol istilacılarına mı özendi?

Moğollar da Basra'yı ele geçirmişti. Ele geçirdikten sonra şehri yerle bir etmiş, bütün binaları yıkmış, kütüphaneyi yakmış, şehirde taş üstünde taş bırakmamışlardı. Moğollar Basra'yı aldı ama geriye Basra’yı Basra yapan hiçbir şey kalmamıştı.

Basralı tacirin dediği gibi; Onlar Basra'nın Basralıya yabancı olan yıkık ve harabe halini aldılar sadece."   

***

Sanırım adına "istikrar" dedikleri bu korkunç devlet zulmü geride kaldığında, Kürt kentlerinden geriye hiçbir şey kalmayacak. Bu zulmü yapanlar da tıpkı Moğol orduları gibi Kürt kentlerinin Kürtlere yabancı olan yıkık ve harabe halini alacaklar.

Bir şey yapacak olan varsa yapsın... Bad-el harab-ül Kurdistan, Kürdistan harap olduktan sonra bir kıymeti kalmayacak zira.