Gazeteci Ayhan Karahan, bugün Taraf gazetesinde yayımlanan yazısında Malakan halkını yazdı. 

1877-1878’de Osmanlı'yı yenen Ruslar, "süt davasına" Ortodoksluk’tan kopan Malakanlar’ı, "ceza olsun" diye Kars’a yerleştirdi. Karahan yazısında, "Değirmende un öğütmeyi, piyanoyu, gravyer peynirini, semaverde çay demlemeyi, düş kırıklıklarında dahi umudu yitirmemeyi, halkların kardeşliğini, dayanışmanın yüceliğini, kardeş sofrasında paylaşmanın lezzetini Malakanlar’dan öğrendik" diyor.

İşte Karahan'ın "Yitik zaman çocukları: Malakanlar…" başlıklı yazısı:

Başrolünde Tarık Akan ve Şerif Sezer’in oynadığı, yönetmenliğini Murat Saraçoğlu’nun yaptığı 2009 yapımı “Deli Deli Olma” filmi, sinema eleştirmenleri ve sanat çevreleri tarafından hiç fark edilmemiş. Miyop gözlükle dahi film mercek altına asla alınmamış. Sanki bu memlekette böyle bir film hiç çekilmedi. Filmin öznesi Malakanlar da aynı şekilde ötekiye sayılan bir toplamdı. Malakanlar’ın Türkiye’deki ilk ve tek filmi altı yıldır görmezden gelindi. Ama hayatın içerisinde “Büyük insanlık” tarafından Malakanlar, 300 yılı aşkın bir zamandır zaten yok sayılıyordu.


Malakanlar, 1800’lü yılların Rusya’sının ve 93 Harbi (1877-1878) sonrası Osmanlı’nın vakitsiz kök salmış ayrık otuydu. Ortodokslar’ın “haftada iki defadan fazla süt içilmesinin günah olduğu” görüşüne karşı çıkanlar, “her gün süt içilmesi gerektiği”ni düşünüyordu. Süt davasına Ortodoksluk’tan kopanlar, Malakan oldular. “Malak”, süt “an” ise içen manasındadır. 1877-1878’de Osmanlı’yı yenen Ruslar, ceza olsun diye Malakanlar’ı, Kars’a yerleştirdi. Topraklarından koparılan Malakanlar, Kars’ta kök salmaya çalıştılar. Ancak onların asıl günahları haftanın her günü süt içmenin de ötesindeydi. Onlar insan öldürmenin en büyük günah olduğunu düşünüyorlardı. Bu nedenle savaşa karşıydılar, silah almayı reddediyorlardı. Rus Çarı onları Anadolu’da işgal ettiği topraklara sürdü. Hayata sürgün bir hikâyenin, masum kahramanlığına devam etti onlar bu zorlu süreçte de. Küsemediler, ayrık otu gibi bağlandılar toprağa, asla ayrılmadılar birbirlerinden ve mazinin barış güvercini olmaktan. Tarık Akan’ın, filmin o sahnesinde piyano çalarken söylediği gibi görüldüğü yerde koparılan, sarmaşık olmayı düşleyen ayrık otlarıydı onlar. Yani Kars’ı da mekân belleyenler, yeryüzünde adı sanı olmayanlardı.

1917 Büyük Ekim Devrimi ile iktidara gelen Sovyetler Birliği kurmaylığı, işgal edilen tüm topraklardan (Kars da dâhil olmak üzere) kendi sınırlarına çekildi. Malakanlar’ın büyük çoğunluğu sosyalizme yatkın olmalarına rağmen, kök saldıkları bereketli topraklar üzerinde kalmayı seçti. Ancak Türkiye Cumhuriyeti, Malakanlar’dan hoşlanmıyordu. Onların katil olmak konusundaki isteksizliği bilindiğinden dolayı göç ettirilmek için TBMM’den yasa çıkarılıyor. Diğer azınlıkların muaf olduğu askerlik, süt içenler için zorunlu hâle getiriliyordu. Ve askerliği reddedenler için yine göç yolları görünüyor. Tarihi düş kırıklıklarıyla örülü acılı
halkın hatırı sayılır bölümü eski topraklarına Sovyetler’e, kalanları ise Avustralya ve Yeni Zelanda’ya yol düşürüyor.



Malakanlar, Türk Hükümeti’nin ilgisine ve bilgisine Kazım Karabekir tarafından servis edilmişti. Karabekir devlete hazır ettiği raporda Malakanlar’ın Bolşevizm’e ve Türkiye Komünist Partisi’ne ilgi duyduğunu, köylerde nümayişler gerçekleştirerek kızıl bayraklar astıklarını ve çözüm olarak yaşam alanlarından koparılıp göç ettirilmeleri gerektiğini belirtiyor. Sihirli formülü de kendisi buluyor. “Ruslar zamanında dahi askerliği reddeden Malakanlar’a zorunlu askerlik getirirsek zaten göçerler” diyor Karabekir. 20 Ocak 1921’e dek süre verilen düş sürgünlerine, yeniden yollara düşmekten başka seçenek kalmıyordu.
Malakanlar kent hayatını asla benimseyemediler. Köye tutunmak hayatın ta kendisiydi. Kars değirmende un öğütmeyi, piyanoyu, gravyer peynirini, semaverde çay demlemeyi, düş kırıklıklarında dahi umudu yitirmemeyi, halkların kardeşliğini, dayanışmanın yüceliğini, kardeş sofrasında paylaşmanın lezzetini Malakanlar’dan öğrendi. Vergi vermezlerdi, askere doğaları gereği gitmezlerdi, mahkemelere çıkmazlardı, akrabalığın yedi göbek ötesinde olunması gerekirdi evlenebilmeleri için, mülkiyet ayıplıydı, komünal yaşam mutluluktu onlar için. İnatçıydılar, hayatı kirletmemekte ısrarcıydılar. İyi, doğru, güzel olan da usta birer yürek emekçisiydiler.

Tolstoy kararlı bir Malakan idi. Felsefi bakışında ve dünyayı algılayışında Malakan yaşayışı oldukça etkili olmuştur. Malakan Zheltov ile yazışmalarından hayata dair çok önemli ipuçları yakaladığını ifade eder. Ayrıca o dönem Tolstoy “Bazı horozlar öttükleri için güneşin doğduğunu sanırlar” şeklinde bir özet de çıkarır. Malakanlar da güneşin doğuşuna tanıklık için, hiçbir horozun ötmesine ihtiyaç duymamışlardır. “Gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan. Ekmek, gül ve hürriyet günlerinin” farkında olanların, Malakanlar’ın hüzünlü ve bir o kadar da mağrur, insan güzellemesi tarihini fark etmeleri gerekiyor. Yeryüzünde sayıları üç milyon olduğu düşünülen Malakanlar, hâlen umudu beslemeye devamda kararlı. Onların hüzünlü tarihi, ateş böceği ışıltısı veriyor geceye. O nedenle geceleri her ateş böceği görüşümüzde gökyüzü biraz daha Malakan, biraz daha özgürlük, biraz daha barış, biraz daha umut, biraz daha sevgi kokar.

Malakanlar’ın 300 yıl öncesinden keşfettiği kardeş güzelliğinden, inatçı barış taraftarlığından, bilgeliğin erdeminden, toprağa sevgiden, hayata bağlanmadan; Anadolu’nun çileli topraklarına oldukça koyu ve derinlikli gölgeler düşer. Malakanlar’ı yoketmek, acılara sürgün etmek yerine yüreğine alabilseydi Anadolu; gün aydınlanmalarına tankın, topun, kurşunun, panzerin ölüme davetiye çıkaran uğultusuyla değil; kuş sesleriyle uyanacaktı belki de… TOMA’ların ise insanların üzerine değil de; çiçeklere, ağaçlara su sıkma olasılığı da yüksekti… Bu topraklar sadece Malakanlar’ı kaybetmedi. Onlarla birlikte mühim bir rengini, halkların yücelerdeki kardeşliğini, sevgiyi, en önemlisi insanı da erozyona uğrattı. Erozyonun altında akıl dışı bir yol arıyor onlarsız. Oysa karanlıkta ilerlemeye çalışmak ve her adımında can acıtan bir kayaya toslamak kader değildi. Hayata dair olanı, insanın doğasında yaşatılması gerekeni anlamak yeterliydi bunun için… Henüz daha çok geç olmadan barışın erdemiyle örgülenmiş güneşli bir yolda halaylar çekerek, zeybek oynayarak, horona durarak mesafe katetmek mümkün. Kanla, acıyla, gözyaşıyla ıslanmış şu anki çıkmaz sokaktan kurtulmak da ha keza… İçimizdeki Malakan’ı yaşatmak, sevgiyle beslemek, emekle büyütmek gerek. En azından, içimizin kan ağlamaması adına buna her zamankinden fazla ihtiyaç var.