Uzun süredir Çanakkale’de olmamın verdiği fırsatla birlikte Truva Antik Kenti ziyaret etme imkanı buldum.

Truva’yı ziyaret ettiğimde uğradığım hayal kırıklığı ile beraber, beni etkileyen o Antik Kentin cazibesini sizlerle paylaşmak istiyorum.

Truva’yı bilmeyenler, unutanlar için kısa bir hatırlatma:

Fransızcanın etkisiyle antik kentin bu dildeki adı ‘’Troie’’ okunuşundan Türkçe’ye ‘’Truva’’ olarak geçmesiyle beraber Yunanca belgelerde ‘’Troia’’ olarak geçer. Troyalılar, Sardis kökenli Herakleid hanedanının yerine geçmiş ve Anadolu'yu 505 yıl boyunca Lidya krallığı Candaules (MÖ 735-718) dönemine dek yönetmişlerdir.

Aslında mitoloji ile yakından ilgilenenler daha iyi bilir. Mitolojide Zeus’un Atey’yi Olympos’tan atmasıyla ilk düştüğü yerdir. Kentin kurucusu ise Tros’un oğlu İlios’tur. Çanakkale yakınlarındaki Dardanos kenti kralı Dardanos’un soyundandır.

Kentin ‘Troia’ ismini almasının sebebi de ilginçtir; Frigya kralının düzenlediği bir yarışmayı kazanır ve ödül olarak siyah bir boğa verilir. İllion, Boğa, tanrıça Ate'nin düştüğü yerde yere çöker ve kentini bu tepeye kurar. İllion, İlios’un babası Tros’dan dolayı şehre Troia adını vermiştir.

Tabii, Truva’yı bilen birçok kişinin aklına Truva denildiği zaman Helen ve Paris gelir. Helen ve Paris, mitolojide Truva’nın sembol isimleri haline de gelmiştir.

Sembol isim haline gelen Helen ve Paris’in kısaca hikâyesi ise şöyledir:

Helen evli ve çok güzel bir kadındır. Herkül, kral Laomedon'u öldürmesiyle kralın oğlu son Troya kralı Priamos tahta geçer. Priamos’un da Paris adında bir oğlu vardır.

Kaz Dağındaki tanrıçalar arası güzellik yarışması sonucu, dünyanın en güzel kadının aşkını kazanan Priamos'un oğlu Paris, bu evli kadın Hellen'i kaçırmasıyla Troya’nın yıkılmasına sebep olacak bir savaş başlamıştır. Çetin bir savaşın ardından Troia’ya karşı Odysessus savaş taktiği değiştirmiş, savaşın bitmesi ve barış sağlanması dile getirilmiştir.

Odysessyun’un planı ile birlikte içi boş bir tahta at Troyalılara hediye gibi sunulur, ama atın içi sanıldığı kadar da boş değildir. Troyalılar, atın içine gizlenen askerlerden habersiz anıtı şehre taşır ve kutlamalara başlar. Akşam ise askerler dışarı çıkarak şehrin yağmalanmasına başlarlar. Troya, Odysessyun kurduğu hain plan sayesinde yıkılır.

ASIRLAR SONRA…

Günümüzde; bu destanlaşan, mitolojide yer alan hikâyeye ev sahipliği yapan şehrimiz Çanakkale’dir. Troia, Çanakkale’nin Tevfikiye köyü civarında 1870’lerde Alman arkeolog Heinrich Schliemann tarafından keşfedilmiştir.

Yıllar sonra ise, Tevfikiye köyü civarında Troia’yı sembolleştirecek içi boş tahta bir at inşa edilmiştir. Buraya gelen ziyaretçiler, atın içine girip o anlarını ölümsüzleştirmesine rağmen aynı zamanda da büyük eleştirilerde bulunuyorlar. Ben yıllar önce gittiğimde orada sadece Troia’yı sembolleştiren içi boş tahta bir at vardı. Mitolojide bildiğimiz, izlediğimiz Troia merakı bir an hayal kırıklığına uğrattı.


Yıllar sonra Truva’da kazı çalışmaları yapıldığı ve Antik Kentin bir kısmının gün yüzüne çıktığı duyumunu aldım. Troia’ya gittim. Yıllar sonra muazzam bir değişikliğe şahit oluyordum. Troia’yı sembolleştiren içi boş, gerçekçilikten uzak bir atın dışında, karşımda devasa bir müze vardı. Tabii bu devasa müzenin ziyaret ücreti de vardı.

Okuduğumuz, izlediğimiz, merak içinde olduğumuz tarihin izlerini görmenin bedeli bu kadar fazla olmamalı. En azından her kesimin ‘rahatlıkla’ ödeyebileceği bir fiyat belirlenmeli.

Yine müze alanı içinde bir su yüzde üç yüz kar ile satılmamalı. Bu ticari anlayışa son verilmeli.

Çok samimiyim. Bu kurnazlıktan kimseye ekmek çıkmaz.

Ayrıca, Troia'da bulunan o gerçekçilikten uzak tahta atın yerine Çanakkale'de bulunan truva atı getirilmelidir. Bırakın içine girilmesin, ama en azından bir gerçekçiliği olsun... 



Tabii, Troia ziyaretimin asıl meselesine dönecek olursam müze alanın ilk girişinde, Troia Antik Kentinin su kanallarını oluşturan hatlarla ve o dönemde insanların erzaklarını sakladıkları büyük kerpiç fıçılarla karşılaştım.

Troia’yı konu alan izlediğim filmler gözümün önüne geliverdi.

Yön tabelalarını takip ederek kente adım attığımız ilk an, kırsal alanda devasa büyüklükte taşları gördük; hemen ardından da Truva kalesinin surlarını…

Belki de o an birçoğunuzun aklına bu devasa taşlar nasıl taşındı? Sorusu gelebilir. Şahsen benim geldi.
Ama bununla yetinmedi…

Yön tabelalarını takip ederek, surların arasından merdivenlerden bir tepeye çıktık. Karşımızda muazzam bir ova manzarası vardı. Troia’nın karşısına aldığı bu ovanın ismi günümüzde Kumkale Ovası olarak geçiyor.



Aşırı esen rüzgârdan fazla duramadığımız tepeden, yine yön tabelalarını takip ederek şehrin içine doğru ilerliyorduk. Yol boyunca dikkatimizden kaçmayan bir şey vardı; ağaçların ve çalılıkların altında yarım yamalak gözüken taşlar…



Daha şehri tam anlamıyla görmeden Troia’nın göründüğü gibi küçük bir kent olmadığını anlamıştık, ama yine de aklımıza takılan sorular vardı:

Antik Kentin kazı çalışması devam edecek mi?

Yapılan kazı çalışmasına ne kadar özen gösteriliyor?

Şahsen ben ikinci sorumun cevabının karşılığı pek göremedim. Şehrin merkezinde yer alan Troia’lıların tapınakları, eğlence alanları tam anlamıyla tarihi hissetmemize yeterli olmuyor. Hele ki, Troia hakkında bir bilgisi olmayanın, en az bir film izlemeyenin hissedebileceği bir tarih söz konusu değil.

En azından tarih dediğin bunu hissettirmeli. Hele ki, milattan önceki ve mitolojide yer alan bir tarihten bahsediyorsak, bunun hakkı verilmeli. Tarihi site alanları, müzeler, ticari bir araç olarak görülmemeli.

Paris’in çılgınlığı ile Helen için yağmalanan bu şehrin tarihi gün yüzüne daha net çıksın. Antik kentin sokaklarında bunu hissedelim…