Aşırı jeopolitik önem ve değerimiz Bush'un dikkatini çekmişti, müttefik olduk. Clinton Türkiye için "stratejik ortak" derdi. Obama bizzat meclisimize geldi ve konuştu, bize "model ortak" dedi. Şimdi ise Biden sadece "bir NATO üyesi" derken, Blinken ise "güvenilmez ortak" şeklinde adlandırıyor.

Sayın Cumhurbaşkanımız Reagan’dan yıllar sonra “Ermeni soykırımı” ifadesini, hem de yineleyerek kullanan Biden’a neden beklendiği gibi çok sert çıkışmadı? Hatta “ABD Başkanı Biden ile Haziran ayında kararlaştırdığımız görüşmede tüm bu konuları yüz yüze değerlendirerek yeni bir dönemin kapılarını aralayacağımıza inanıyorum” diyerek, bir buket çiçek bile uzatmayı ihmal etmedi. Peki, neden “Eyy Amerika, Eyy Biden” nida ve haykırışlarını duymadık kendisinin gür sedasından? Cevabını, oldukça da ironik bir biçimde, Bloomberg veriyor. Bloomberg Erdoğan’ın bu tarzını “Biden’a sert çıkmaya cesaret edemedi, bu da onun ülkesinin ekonomisinin ne kadar kırılgan olduğunun farkında olduğunu gösteriyor” şeklinde yorumluyor. Artık dağdaki çoban farkında ki, eğer Erdoğan beklendiği gibi sivri bir konuşma yapsaydı, Türk Lirası “şahlanmaya” kaldığı yerden devam edecekti. Erdoğan konuşmasının ilk kısmını Ermeni soykırım açıklamaları ve Biden'a ufak ayarlar vermeye ayırmıştı. Burada bir şey dikkat çekici, Reis artık "Ermeni diasporası" veya "ABD'deki Ermeni lobileri" demiyor. Adıyla sanıyla ve üstüne basa basa "Ermeniler" diyor. Açıkçası gayet tehlikeli bir açılım.

Reuters ise milli ve yerli ideallerimize dair çok moral bozucu bir başka haberi veriyor. Buna göre, Kanal İstanbul projesi için Avrupa bankaları çevresel riskler taşıdığı gerekçesiyle kredi vermekten uzak duruyorlar. Zaten Türk bankaları hiç hevesli değiller. Geriye kalıyor körfez ve Çin sermayesi. Onlara muhtaç olduğumuz için, kredi faizleri ve şartları çok daha yüksek olacak. Bu da maliyetleri yükseltecek. Şu an bile toplam yatırım maliyetinin en az 30 milyar dolar ve ÇED raporuna göre yıllık yatırım geri dönüşünün yalnızca 700 milyon dolar olduğu düşünüldüğünde, 40 senede zar zor kendisini telafi edebilecek olan bu projenin neresinin kazançlı olduğunu merak ediyor insan. Tabii ki proje bölgesindeki arsa satışlarından 10 milyar dolar ve kurulacak olan iki yeni yapay uydu kentten 60 milyar dolar kazanılması “öngörülüyor”. Eğer bu fantastik “proce” de tutmazsa, iflas bayrağı mı açacağız?

Türk halkı her türlü dolandırıcılıkta oldukça mahirdir, beceriklidir. Nijerya, Vietnam ve Filipinler’in hemen ardından, kripto piyasasının en canlı ve risk sever yatırımcısının en çok olduğu dördüncü ülke Türkiye. Taner Özarslan’ın ifadesiyle, “Bu ülkede 300 bin kişi 1980’lerin başında banker krizi ile, 16 bin kişi 1990’larda titan zinciri ile, 60 bin kişi Jet Fadıl’la, 132 bin yatırımcı ise Çiflikbank’tan zarar gördü. Şimdi yaklaşık 4 milyon yatırımcının ne kadarının ne kadar para kaybedeceği hesaplanıyor.” Pandemi konusunda da bu ustalıklarını sergilemekte geri kalmıyor doğrusu. Mesela kamu dairelerine girenlerin başka bir negatif arkadaşının gönderdiği HES barkodunu kullanması gibi. Herkesin bildiği sırlar gibi. Aynen bedava ülkemize üşüşen İranlı turistlerin tam da sınır kapısından geçmeden önce test yaptırmadan ve Türk parası ile 100 TL gibi bir meblağ karşılığında aldıkları PCR testini kullanmaları ve fıldır fıldır gezerek virüs yaymaları gibi. Trajikomik hadiseler bununla sınırlı değil. Özellikle asgari ücretle geçinen işçiler, hasta oldukları halde test yaptırmamak için ellerinden geleni yapıyorlar. Çünkü test olup pozitif çıksalar, en azından belirli bir süre ekmeklerinden olacaklar ve ailelerini besleyemeyecekler. Ayrıca hastanedeki doktorlar gayet bariz bir biçimde test yapmamak için bin takla atıyorlar. Belli ki “göklerden gelen bir talimat” var. Günlük test sayısını 350 binlerden 250 binlere düşürmek suretiyle günlük vefat sayısının 400’ü geçmesinin engellenmesi de bir başka üstün zekâ belirtisi. Brezilya ve Hindistan ile birlikte pandemi liginin zirvesindeyiz. Yalanlarımızı kendimiz söylüyor, kendimiz inanıyoruz.

Cumhurbaşkanının “tam kapanma” açıklamasından sonra yayınlanan genelgede yer alan istisnalarda kafaya takılan pek çok muğlak husus bulunmakta. Örneğin inşaat sektörü muafiyet dâhilinde. Tabii ki inşaatlar durmamalı ve duramaz. Fakat inşaat işçilerine aşı önceliği tanımak ve/veya bu pandemi döneminde çalışma şartlarının ve koşullarının iyileştirilmesi ve/veya maddi destek sağlanmak suretiyle geçimlerinin kolaylaştırılması kimsenin aklına gelmiyor. Bunun yanında, bir kurnazlık daha ortaya çıktı. Cumhurbaşkanının açıklamasında ve akabinde yayınlanan genelgenin içinde olmamasına rağmen, bugün Cumhurbaşkanlığı muhabirlerinden biri (Serkan Kaya) aniden “güvenilir kaynaklardan” edindiği bir haberi sızdırıverdi: 18 günlük tam kapanmaya benzeyen kapanma dönemi boyunca, alkol satışı da yasaklanacak. Bu yasaklamayı İçişleri Bakanı Soylu doğruladı. Başta Tekel Bayileri Yardımlaşma Derneği Başkanı Erol Dündar, tekel bayilerinin de kapanma süresi boyunca 10.00 ile 17.00 arasında açık olacağını, yasak kapsamında olmadığını söylemiş ve “Alkol satış yasağı yok. Biz gerekli görüşmeleri yaptık ve genelgeyi inceledik. Ürün bazlı bir kısıtlama yok. Yalnızca faaliyet süresi boyunca bir sınırlama var. Alkol satışıyla bize ulaşan herhangi bir yasak kararı ya da kısıtlama kararı bulunmuyor" demişken, İçişleri Bakanlığının teyidi üzerine, Tekel Bayileri Platformu (TBP) Başkanı Özgür Aybaş, “tam kapanma sürecinde içki satışının yasak olacağını ve 17 Mayıs’a kadar içki satışı olmayacağını” belirti. Doğal olarak (henüz evde alkollü içecek üretimine geçmemiş bulunan) yurdum insanı ani bir panik ile tam kapanmanın başlamasından önce evlerine alkol depolamaya başladılar. Böylelikle, her ne kadar “pandemi bahane, şeriat şahane” olsa da, amaca ulaşılabildiği söylenemez. Türkiye örneğin bazı Avrupa ülkeleri gibi veya mesela bir Güney Afrika Cumhuriyeti gibi alkol tüketiminin ciddi bir sağlık sorunu oluşturduğu bir ülke kesinlikle değil. Dolayısıyla, aşırı alkol tüketiminin bağışıklığı düşürdüğü ve pandemi döneminde yasaklanmasının bilimsel bir gerekçesinin olduğu tezi en azından bizim memlekette tümüyle geçersizdir, abestir, absürttür. Moda tabiriyle, “yok hükmündedir.” Kaldı ki, Mehmet Ceyhan bile” "Kapanma 28 gün olmalıydı. Bu tam kapanma değil." diyor.

Bir de Cumhurbaşkanın ilginç ifadesiyle “en çok aşı projesi yürüten üçüncü ülke” durumumuz var. Aşı noktasında da, evet, adeta, liderlik yolundayız. Hâlbuki gerçekler bambaşka. Türkiye’de şu an 2 doz aşı olanlar, toplam nüfusun sadece %10’unu oluşturuyor. Tek doz aşı olanlar bile %15. Bu itibarla, dünyadaki ilk 20 ülke içinde bile değiliz. İran bile kendi aşısını üretmeye hazırlanırken, hain Çin söz verdiği aşıları bizlere teslim etmezken, Rusların Sputnik V aşısının ülkemizde üretimini yine bir yandaş üstlenirken, Türk malı aşılar herhalde 2053’e kaldı.

"Milleti açlığa ve sefalete sürüklemek vatanperverlik değildi. Hâlbuki bir zamanlar bu hamiyetperver milletin cephede topyekûn var olma mücadelesini siyaseten istismar ederek bugünlere geldiler. 1946'da millet iradesine karşı tertip ettikleri suikastı, hiçbir kahramanlık masalı unutturamayacaktır."

(Adnan Menderes, 4 Ekim 1949)