Yüksek Seçim Kurulu (YSK) CHP, HDP ve Vatan Partisi’nin “referandumun iptali” başvurularını reddetti. YSK böylece 16 Nisan günü altına imza attığı “mühürsüz pusula ve zarfların geçerli olması” gibi nasıl alındığı şüpheli kararı bir kez daha onayladı.

Ortada bir hukuk katliamı mı vardı? Seçim kanunu mu delinmişti? Yurt geneli ve yurt dışı oylarının geçerlilik şartı birbirine tezat mıydı? Uygulama bir çifte standart hâli miydi? Gizli oy açık sayım ilkesi ihlal mi edilmişti? Gerekçede seçim günü alınan karara hukukî kılıf mı giydiriliyordu? YSK’ye ne idi!

Seçim Kanunu’nda seçim güvenliğinin sağlanmasında en küçük bir boşluğa veya kuşkuya düşülmeyecek şekilde hangi pusula ve zarfların geçerli sayılacağının tanımlanmasına rağmen alınan kanunsuz kararlar, seçim hileleri, medya manipülasyonları her şey ama her şey göz önünde.

16 Nisan’a eşit ve âdil bir kampanya ortamında gelinmediği zaten belliydi, o nedenle referandumdan sonra demokrasi, insan hakları, yargı bağımsızlığı, ifade özgürlüğü, siyasî haklar alanında yine hiçbir şey kolay düzeltilemeyecekti ama o güne değin en azından iktidarın dayattığı rejimin niteliğini belirleyecek anayasa değişikliğine en önemli anayasal hakkımız olan seçimle itirazımızı somut hâle getirebileceğimizi biliyorduk. Sonuç ‘hayır’ çıktığında ise dayatılan anayasa demokratik olarak reddedilmiş olacaktı.

Tabiî bir de seçim hileleri vardı baş edilmesi gereken. Seçim güvenliğini sağlamada devlet-dışı bir gönüllü oluşumu olan Hayır ve Ötesi’nin raporu bu hilelerin tespit edilebilmesi bakımından hayatî önemdeydi. Nitekim rapor halk oylamasında özellikle de silahların gölgesinde oy kullandırılan Güneydoğu illerinde 961 sandığın tamamında blok oy kullanıldığını toplamda ise 7 bin 48 sandığın şüpheli durumda olduğunu tutanaklarla sabitledi: “Tek başına bu tespitler bile referandum iptaline ilişkin yeterince kanıt oluşturmakta.”

Toplamda 2,5 milyon olduğu iddia edilen mühürsüz zarf ve pusulalar YSK’ye göre “münferit” (önemsenmeyecek sayıda). Aynı YSK bu şekilde kaç zarf olduğunu tespit etmenin mümkün olmadığını da belirtti. Kurul nasıl alındığı şüpheli kararıyla yurtta tüm seçimi şaibeye düşürdü. Seçme hakkı ihlali konusunda asıl şimdi büyük kuşkular ortaya çıkmadı mı? Ülkenin en azından yarısı en demokratik hakkı olan “seçme iradesi”nin gasp edilmiş olduğunu düşünüyor. Kamuoyunun kalbinde derin bir yara açıldı.

Şimdi bu seçimin sonuçları sahici sonuçlar öyle mi? O sonuçları dikkate alarak iktidar siyasetçisinin “iş bitmiştir” demeleri referanduma meşruiyet kazandırmaz. Mafya usulleriyle bir ülke yönetilemez. Sözü sakınmadan söyleyelim: 16 Nisan plebisiti geçersiz bir seçimdir.

“Seçimlerin yargısal denetimini sağlayan üst yargı mercii” olan YSK’nin üyeleri Yargıtay ve Danıştay tarafından belirleniyor. Başkan ve üyelerin her biri “üst düzey yargı mensupları.” Her şeyin bu kadar aşikâr olduğu bir “seçim yasası” ve uygulamalar düşünüldüğünde bir “üst yargı” kurumu tarafından yol açılan denetimsizlik karşısında ne yapılacak?

“Referandumun iptali” için YSK’den ret alan partilerin Anayasa Mahkemesi (AYM) ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) başvurmayı planladıkları konuşuluyor.

Anayasa’nın 79. maddesi seçimlerin “yargı organlarının denetimi altında yapılacağını” hüküm altına almış. Aynı madde YSK’nin kararları aleyhine başka bir mercie başvurulamayacağı da belirtiliyor. 11 üyesi bulunan YSK’nin yalnız bir üyesi, Cengiz Topaktaş oyların mühürsüz olmasının referandumu “yargı denetiminden çıkardığı” gerekçesiyle Kurul’un “ret” kararına şerh düştü.

Yüksek mahkemelere başvurulup başvurulamayacağı noktasında iki görüş var. Her iki görüş de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) bir numaralı protokolün üçüncü maddesini hatırlatıyor. O madde şöyle: “Yüksek Sözleşmeci Taraflar, yasama organının seçilmesinde halkın kanaatlerinin özgürce açıklanmasını sağlayacak şartlar içinde, makul aralıklarla, gizli oyla serbest seçimler yapmayı taahhüt ederler.”

Anayasa Hukukçusu Kemal Gözler, bir numaralı protokolün milletvekili seçimlerinde seçmenin oy hakkını güvence altına aldığını ancak seçmenin referandumda kullandığı oy hakkının AİHS veya ek protokollerinin güvencesi altında olmadığını yazdı. AYM’ye bireysel başvuru hakkı için de şöyle diyor: “Anayasamızın koruduğu her temel hak veya hürriyet için değil, sadece bunlardan ‘Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki herhangi biri’ için tanımıştır.” Gözler’e göre bu iki başvurudan da bir sonuç alınamaz.

AİHM eski yargıcı Rıza Türmen ise AİHM’e başvuru için kabul edilebilirlik aşamasındaki sorunlar aşılabilirse davanın kazanılma imkânının yüksek olduğundan söz ediyor. AİHM’in cezaevlerindekilerin oy hakkına ilişkin MC Lean/İngiltere kararına konu olan “referandum”a atıfta bulunuyor. Türmen asıl önemlisinin 16 Nisan referandumu ile Cumhurbaşkanı’nda yeni bir yasama organı yaratıldığına, Cumhurbaşkanı’nın kararnamelerle yasama yetkisini kullanabileceğine dikkat çekiyor ve ekliyor: “Referandumla Cumhurbaşkanı’nın yasamanın bir parçası haline geldiğini gösterebilmek.”

AİHM’e başvurulabilir mi? Bu sorunun yanıtı hukukçulara kalsın. AİHM başvuruyu kabul etse bile nasıl bir karar vereceği ise uzun vadede yanıtını bulabilecek sorulardan. Ama sormamız gereken başka sorular da var:

Bu ayıp ortadan kaldırılmadan bundan sonraki seçimlerin yargı denetiminde yapılacağından, hilelere karşı önlem alınacağından nasıl emin olacağız? Veyahut bir dahakine gerçekten seçme hakkımız olacak mı?

Ve herkesin vicdanı rahat mı?

Gayrimeşru referandumun sonuçları tersi yönde, ‘evet’ değil de ‘hayır’ bir-iki puanla önde olsaydı ne olurdu?

Bugünkü ana akım gazetelerin manşetleri seçimin ertesi günü en nötr hâliyle herhâlde şu olurdu: “Millî iradeye YSK darbesi.”

Cumhurbaşkanı ise -siyasî söylemler, kurumlara müdahale gibi alengirli işler bir yana- şehir şehir gezer mitingler mi düzenlerdi yoksa 15 Temmuz akşamı olduğu gibi, “millî irade”ye sahip çıkmak için halkı meydanlara “demokrasi nöbeti” tutmaya mı çağırırdı? Neler olurdu siz tahmin edin.