Bir zamanlar Yakup Kadri’nin “milli gurur yarası” diye tarif ettiği, travmanın ürettiği “kurtarıcı arama/bekleme” psikolojisi ile yaşamını sürdürebilen bir toplumuz. Yapılan anketlerde Türk halkı başlıca sorunlarını ekonomik durum, işsizlik, terör ve Suriyeliler olarak sayarken, 'yolsuzluk' kavramına %1 oranında yer veriyor. İnsanımız aslında yolsuzluk konusunu pek de umursamıyor, öncelikleri bambaşka. Örneğin, Türk Kızılay’ı, aylık 12 bin dolara (70 bin TL) İstanbul Rumelihisarı'nda boğaz manzaralı köşk kiralamış. Genel Başkanlık Makamı olarak kullanılan köşke 600 bin liralık mobilya alınmış. Milletten toplanan yardımlarla, kurban paraları, fitreler, zekâtlar, ayni ve nakdi bağışlarla lükse kaçan bir yaşam seviyesini tesis etmek nasıl vicdanlara sığar? Her biri 80 milyon liralık Mercedes Maybach S600 Pullman Guard'dan dört (4) tane alınmasının nedeni de Cumhurbaşkanı yardımcılarının sayısının artması diye düşünülürken, Binali Yıldırım’ın yeni Başkan Yardımcısı olacağı haberi ve söylentisi dolaşıma sokuldu. Diğer yandan, yargı sistemimiz bir felakete doğru sürükleniyor. Öyle ki bugün Türkiye’nin adalet mekanizmasında görevli hâkim ve savcıların %45'inin sicili 3 yıldan az. Zaten bu durumu adliyelere işi düşen her vatandaş rahatlıkla görebiliyor...

Ülkemizin önemli siyaset bilimcilerinden Kalaycıoğlu'na göre, Türkiye'de süregelen durum bir kutuplaşmadan ziyade, bir "kültürel kamplaşma" (“kulturkampf”) olarak ifade edilebilir ve bir kültür savaşının yaşanmakta olduğu söylenebilir. Bu kamplaşma ve mücadele elbette muhafazakârlar ile daha seküler, dünyevi kesim arasında devam ediyor. Sosyolog Doğu Ergil‘in Muhafazakâr Düşüncenin Temelleri makalesinde değindiği gibi; “Din, inanılırlığı, kaynağı ve içeriği sorgulanamayan, tartışılamayan ilkelere dayanır. Her zaman ve her koşulun reçetesidir. Hızla değişen dünyada, her şeyin değişmesi karşısında tedirgin olan insan için değişmeyen ilkelere, davranış kalıplarına duyulan gereksinim küçümsenmemelidir. Bu anlamda din, değişen dünyanın değişmeyen ahlak yasasıdır.” Ve din her zaman muhafazakârlığa ihtiyaç duymasına karşın, muhafazakârlık (her zaman) dine ihtiyaç duymaz. Muhafazakâr düşünce blogu, muhafazakâr insanı şöyle tanımlıyor; “Bir muhafazakâr, her şeyden önce, mütevazı bir insan tahayyülüne sahiptir. Ona göre insan, yaratılışı veya doğası gereği sınırlı bir varlıktır. Bu kavrayış, özellikle Aydınlanma ile gelen insan anlayışına duyulan bir tepkiyi ifade etmektedir. Bilindiği gibi Aydınlanma, insana olağanüstü bir iyimserlikle bakmış, insana ve insan aklına temel, kurucu bir rol atfetmiş ve “aydınlanmış akla” sahip insanın dünyayı anlama ve dönüştürme potansiyelini alkışlamıştır. Fransız Devriminden sonra, özellikle Aydınlanma fikirleriyle beslenen ve kendilerinde, şu veya bu yönde, bütün bir toplumu ve dünyayı dönüştürme kapasitesi gören lider ve kadroların insanlığı içine sürükledikleri felaketler ve bu süreçlerde yaşanan acılar, zaman içinde belirginleşecek olan muhafazakâr bir insan tasavvurunun da zeminini oluşturmuştur. Bu bağlamda bir muhafazakâr, insana tarihten, gelenekten, dinden ve ona kimliğini veren diğer kurumlardan bağımsız bir biçimde bütün bir dünyayı anlayabilecek ve dönüştürebilecek kurucu bir özne gözüyle bakmaz. Tersine, ona göre insan mükemmel olmayan ve hiçbir zaman da olamayacak bir varlıktır ve ancak bu kurum ve değerlerle desteklendiği zaman güçlü olabilir.”

4 Ocak 2001 tarihli Milliyet gazetesinin manşetini süsleyen haber şöyleydi; “Recep Tayyip Erdoğan, eski liderini topa tuttu: "Erbakan’la bu iş gitmez! Çekilmeyi bilmiyorlar. Bu liderlerle, bu lider sultalarıyla Türkiye tıkanır. Çekilmeyi bilmeyenler gidip antik saraylarında otursalar daha çok değer kazanacaklar.” 7 yıl önce de Erdoğan ülkemizin Suriye politikasını şu şekilde çizmişti; “Şam’a gidecek, oradaki kardeşlerimizle muhabbetle kucaklaşacağız. İnşallah Selahattin Eyyubi’nin kabri başında Fatiha okuyacak, Emevi Camisi’nde namazımızı kılacağız. O gün de yakın...” Hâlbuki savaşın neredeyse kaçınılmaz ve anlaşmanın olanaksız gibi göründüğü konuları bile silaha başvurmadan, diplomasi ile çözüme kavuşturabilirsiniz. Savaş ve işgal çığırtkanlığı yapmak ise en kolay yöntemdir. Bu diplomasi dediğimiz şey, Putin’in Müslüman ülkelere İslam dersi vermesini de içerebilir elbette. Putin, Ankara'daki üçlü Suriye Zirvesinde, şu ayeti okudu; "Allah'ın ipine hep birlikte sımsıkı sarılın, siz düşmanken kalplerinizi birleştirdi ve sizi kardeş kıldı..." Zira Suudileri 10 milyarlarca dolarlık hava savunma sistemleri koruyamamış, İran destekli Husilerin Yemen’den havalandırdıkları mühimmat yüklü basit bir insansız hava aracı, dünyanın petrol devi Suudi Arabistan’ın en çok bel bağladığı petrol rafinerilerinden birini vurup etkisiz getirmiş ve bunun ardından petrol fiyatları bir günde %10-15 oranında değer kazanmıştı. Son on yılların en ciddi petrol krizi bu şekilde ortaya çıktı. Bizde ise 2017’de 17,8 milyar dolar olan savunma harcamalarımız 2018’de 22 milyar dolar sınırını aştı. Hem Rusya’dan hem de ABD’den füzeler ve hava savunma sistemleri almak ve alabilmek için yırtınıyoruz. Daha dün ABD’ye Patriot’lar ve F-35 konusunda meydan okuyan Erdoğan, dün geceki BM ve Trump temasları çerçevesinde yine aniden çark etmiş gibi görünüyor; “Patriot almak masadan kalkmış bir konu değil, F-35’leri bir kenara koymamız mümkün değil” Oysa artık herkes farkında ki, Türkiye’nin yaptığı “S-400’de alırız, Patriot da; SU-57 de alırız, F-35 de” tutumu, mevcut durumu idare etmeye çalışmaktan başka bir şey değil.

İçi boş millilik serüveni memleketi kasıp kavuruyor. Konu unutulmaya yüz tutmuşken ‘cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi’ adı verilen köklü değişikliği teklif ederek ülkeyi referanduma götüren, “teklifinizi getirin, sistem değişikliğini destekleyelim” çıkışında bulunan, o zamana kadar tasarlanan değişimi ‘başkanlık sistemi’ olarak takdim eden ve Ak Parti’ye ismi ‘cumhurbaşkanlığı sistemi’ olarak kabul ettiren Devlet Bahçeli’nin “dehası” olmuştu. Bu haliyle Ak Parti Bahçeli’nin MHP’sine göbekten bağlı ve bağımlı bir hale geldi. Recep Tayyip Erdoğan’ı yeniden cumhurbaşkanı seçtirme “başarısı” yine MHP ve Bahçeli’ye aittir. Ak Partinin içi kaynıyor, her gün ayrı tonlarda itiraz ve eleştiri sesleri yükseliyor. Aynı seçmen tabanını paylaşacak olan yeni parti ve particikler doğum aşamasında yeni kulvarlarına hazırlanıyorlar. Hatırlanırsa, Eski AKP Ankara İl Başkanı Nedim Yamalı, “Kim nereye aday olarak konacak, kim ne iş yapacak konusundan teşkilatlar tamamen saf dışı bırakılmış durumda, kapalı kutu saraydan karar çıkıyor. Kararları sadece aile veriyor” diye anlatmıştı parti ve camia içerisinde yaşananları.

Hitler “Kavgam” adlı eserinde, “En parlak propaganda tekniği, tek bir temel ilkeyi daima aklında tutmadıkça başarı yakalayamaz; birkaç noktayla sınırlı kalmalı ve bunları tekrar tekrar dile getirmelidir” derken, propagandasını yürüten Joseph Goebbels de “Bir kere söylenen yalan, yalan olarak kalır ama bin kere söylenen yalan, hakikate dönüşür” diye işi genelliyordu. Şüphesiz bu usul ve yöntemler halen işe yarıyor, özellikle bizim gibi itaat ve biat kültürünün egemen olduğu toplumlarda…