Dünya tarihinin görüp görebileceği en cani diktatörlerden biri ve bir zamanların Hollanda sömürgesi olan Endonezya’nın başına 1966-1998 arasındaki 32 sene boyunca bela olan, yolsuzluktan zorbalığa, baskıdan şiddete kadar her türlü mezalimi kendi halkı üzerinde uygulamış bulunan Suharto, Amerikan emperyalizmi ve ABD devletinin çıkarlarının dışına çıkmamış olması nedeniyle, kendine has yöntemleri uyguladığı siyasi hayatı boyunca pek engel ile karşılaşmamıştı. On yedinci yüzyıldan itibaren Hollanda sömürgesi olan Endonezya, 1949 yılında ABD’nin himayesi altında bağımsızlığını elde etmişti. Sukarno’nun devlet başkanlığı altında Endonezya, 1955 yılında Bandung Konferansı’nda ortaya atılan "Bağlantısızlık" (Non-Alignment) politikasının sembolü olmuştu. Fakat 1960’da yapılan toprak reformu, bu reformun uygulanması için hareketlenmelere, yıllar boyu süren kötü hasattan sonra da kırsal kesimlerde ayaklanmalara neden oldu. Bu arada, İslamcı politik gruplar da, köylüleri birbirlerine ve Endonezya Komünist Partisi’ne karşı kışkırtıyorlar ve birtakım kanlı çatışmalar yaşanıyordu. Bu durum Amerikalı yöneticilere Sukarno’nun iktidarına son verme fırsatı verdi.

Ordunun iki numaralı adamı olan Mohamed Suharto, genç subayların 6 generali tutuklayıp öldürdükleri, az çok CIA tarafından tetiklenen “30 Eylül 1965 hareketine” karşı tepki olarak, isyancıları bastırdı ve olayın sorumlusu olarak suçlanan Endonezya Komünist Partisi’ne karşı önceden görülmemiş bir baskı ve şiddeti başlattı. Gerçekleştirdiği 1965 darbesi esnasında, birkaç ay içerisinde çoğunluğu topraksız köylüler olmak üzere 700 binden fazla insan canice katledildi. New York Times’ın önemli isimlerinden James Reston, darbeci generali “Asya’da parlak bir ışık” (a gleam of light in Asia) olarak nitelendirdi ve bu “başarının” ardındaki güçlü ABD desteğini vurguladı. Genel olarak Batı basını da kendisinden “ılımlı lider” olarak bahsetti. Londra’nın saygın dergisi the Economist’e göre ise, bu psikopat katil “gerçekten de çok iyi yürekli” bir adamdı. Zira Suharto’nun Batılı şirketlere karşı tutumu oldukça sevecendi. Beyaz Saray diktatör generali “bizden biri” (our kind of a guy) diye ifade ediyordu.

Suharto 1966’da başbakan ilan edildi ve 1968’de resmi olarak devlet başkanı oldu. Suharto Endonezya’da hem ordu hem de daha önce halk isyanlarından çekinen zengin kesimler tarafından desteklendi. Politik olarak siyasal İslamcı ve sağcı bir dengeye oturan Suharto rejimi, yoksul sosyal tabakalara asla ödün vermedi ve emekçi sınıfları giderek daha fazla taviz vermeye zorladı. Görünürde askeri bir başarı olarak, 1975’de Doğu Timor’un ele geçirilmesi sağlandı ve o ana kadar zengin petrol yataklarıyla Portekiz’e ait olan bu ülkede gerçek bir katliam gerçekleştirildi. ABD, Fransa ve İngiltere’nin askeri yardım ve destekleri ile Suharto daha da güçlendi ve bu bölgede bağımsızlıkçıları destekleyen halkın üçte biri öldürüldü, yüz binlerce insan daha can verdi...

Ülkenin kaynakları yağmalanarak ve büyük meblağlarda borçlanarak çarpıcı büyüme rakamları elde edilirken, Total, Coca-Cola, British Petrol, General Electric, Honda gibi çok sayıda küresel tekel devasa kazançlar elde ettiler. Suharto’nun yakın çevresi yapılan büyük ihale ve sözleşmelerden %10 alarak, ailesel olarak da ciddi miktarda zenginleştiler. Ancak 1997’deki Asya mali krizi ile birlikte sokak hareketleri hızlandı, 1998 Mayıs ayında ayaklanmalar ciddi boyutlara ulaştı. 2 milyona yakın kişi tutuklanarak hapsedildi. Yoksulluk, sefalet, yolsuzluk, işsizlik ve enflasyon artık halkı bezdirmişti. Sonunda ABD, Suharto’ya olan desteğini sonlandırdı ve diktatör istifa etmeye mecbur bırakıldı. Görevi bırakıncaya kadar Suharto ve ailesi ülkenin gayri safi milli hasılasının yaklaşık %1’ini zimmetine geçirmiş, milyarlarca dolar servet elde etmişti. Yaşından dolayı hapis cezası almayan Suharto’nun yaptıklarının bedelini, kendisinden sonra gelen nesiller halen ödemekte...


“Suharto, ABD başkanları ile birlikte…”

Irak’taki bir başka diktatör Saddam Hüseyin ise her zaman için kanlı bir hayduttu. Körfez Savaşı öncesinde ve sonrasında bu tutumu asla değişmemişti. Kuveyt’i işgal etmeden önce de birçok barbarca suç işlemişti. ABD, Saddam'ı indirmeye karar verinceye kadar,  her zaman için Saddam Hüseyin'e muhalefet edenlere karşı durmuştur. Saddam o sıralarda daha bir Amerikan dostuyken, kimyasal bomba saldırılarına yönelik eleştirilere karşı suskun kalmıştı. Dönemin ABD Dışişleri Bakanı olan George Schultz, Saddam Hüseyin'i kızdırmamak adına, Amerikan diplomatlarının herhangi bir şekilde Iraklı muhaliflerle temas kurmalarını bile engellemişti. Hatta bu talimat, Körfez Savaşından sonra, 1991 yılının Mart ayında Saddam Hüseyin Irak'ın güneyindeki Şiileri katletmesi esnasında da geçerliliğini sürdürdü. Evet, Amerikan mevzilerinin sadece birkaç mil ötesinde, Güney Irak’taki Şiirlerin ve sonrasında Kuzey Irak’taki Kürtlerin ayaklanmalarını yine şiddet kullanarak bastıran Saddam Hüseyin’e ABD üstü kapalı dolaylı bir destek vermiş ve bu şekilde bölgedeki “istikrarı” korumayı sürdürmüştü. Fakat zamanı geldiğinde, bir başka ABD Dışişleri Bakanı olan Albright, 1998 yılının Aralık ayında şu sözleri söyleyebiliyordu: "Şu anda, Irak halkını gerçekten temsil eden bir hükümetin kurulmasının Irak halkının menfaatine olacağı kararına varmış bulunuyoruz".

Nitekim 1991 yılının Mart ayında yine Güney Irak'ta Saddam Hüseyin'i gerçekten iktidardan düşürebilecek güçte ve nitelikte bir ayaklanma ortaya çıktığında, ABD Saddam Hüseyin'in bu büyük ayaklanmayı güç kullanarak bastırmasını sağlamıştı. Saddam Hüseyin esasen en ağır suçlarını 1980'li yıllarda işlemiş olduğu halde, o zamanlarda ABD için herhangi bir şekilde tehdit oluşturmadığından dolayı, tipik bir Amerikan müttefiki kimliği takınmıştı. Ta ki ABD ile çıkar çatışması içine girinceye kadar. 1990 yılının Ağustos ayında Kuveyt işgal edilince, BM Güvenlik Konseyi Irak’ı kınadı ve ağır yaptırımlar uygulanmaya başlandı. Zira bu “benzeri görülmemiş suç, benzeri görülmemiş sertlikte bir tepkiyi hak ediyordu”. ABD’nin izliyle Irak’ın bu saldırgan tutumuna tepki gösteren BM’nin kararlaştırdığı çok ağır yaptırımlara ABD, İngiltere ve Fransa tam uyum sağladı. Her türlü diplomatik çözümün önü tıkandı. Bölgedeki petrol devletlerini yöneten aile diktatörlükleri sevk edilen büyük askeri güçler ile desteklendi. Neredeyse aynı yıllarda Panama’yı işgal etmiş olan ve sadece hafifçe kınanmakla kalan ABD’de hükümet ve medya aynı anda Saddam aleyhine dönerken, Avustralya hükümeti ise “küçük komşularını istila eden büyük ülkeler hiçbir şey yapmamış gibi cezasız kalamazlar” şeklinde bir bildiri yayınladı. Bush yönetimi, Irak’ın saldırı yeteneğinin ortadan kaldırılması gerektiği konusunda ısrar etti ve güvenliği garanti altına alan bölgesel bir çözüm çağrısında bulundu.

Neticede Irak’ın körfeze ulaşması önlendi, eski dost ve yeni düşman Saddam yok edildi. Sadece Irak'ın değil, çevresindeki güçlü ve daha güçlü ülkelerin de kitle imha silahları bulunuyordu ve halen bulunuyor. Örneğin bölgenin önemli aktörü İsrail’in elinde biyolojik, kimyasal ve 200 kadar da nükleer silah bulunmaktadır. Kaldı ki bütün bunlar, süper güç sayılan devletlerin elindeki nükleer silahlar ile zaten hiçbir şekilde kıyaslanamazlar. Nitekim Amerikan güçlerinin yaptığı bu ağır bombardıman, kitle imha silahlarının yok edilmesi değil, daha da geliştirilmesi ve yüksek teknolojiye sahip hale gelmesi sonucunu doğurdu. ABD Körfez krizinde diplomatik çabaları reddederek emsalsiz enerji kaynaklarının denetimini ele almış ve böylece temel hedeflerine ulaşmıştı. Ayrıca, ABD bölgede ve dünyadaki egemen konumunu güçlendirip dünyayı zor kullanarak yönetebileceği konusunda sağlam bir ders verdi...


“Saddam, George Bush ile beraber…”

Peki, Trump (çılgın hal, hareket ve davranışları itibariyle) gerçekten de Amerikan derin devletinin bir projesi olabilir mi? Bakınız, 1995 tarihli ve "Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Caydırıcılığın Esasları" başlıklı gizli bir inceleme raporunda, 1969-1974 yılları arasında ABD Başkanı olarak görev yapan Nixon'ın "ABD'nin herkesle kavgalı bir deli görünümü verilmesi gerektiğini" dile getiren deli teorisinin yeniden hayata geçirildiğini görüyoruz;

"ABD, nükleer cephaneliğini kullanarak, yaşamsal menfaatleri saldırıya uğradığında aklı mantığı bir tarafa atıp, kin duygusuyla hareket eden bir görünüm vermelidir. Tüm hasımlarımızın önüne bu özelliği ulusal kişiliğimizin bir parçası olarak çıkarmalıyız. Kendimizi gereğinden çok akılcı ve serinkanlı göstermek bize zarar verir. ABD hükümeti içindeki kimi elemanların kontrolünü yitirmiş bir kişilik sergileyebilmeleri olgusu, hasmın karar mekanizmalarına yön verenlerin kafasında hem korku ve şüphe uyandırmaya, hem de var olan korku ve kuşkuları pekiştirerek arttırmaya yarayabilir...”