İktidarların başta gelen ‘normal’leştirme pratiklerinden birini de spor kompleksleri oluşturuyor. Kentsel dönüşüm süreçlerine dahil edilerek kent merkezlerinde devralınan yapılar da rantın önemli bir parçasını teşkil ediyor. Meşrulaştırma da uluslar arası turnuvalara adaylık, modernizm vb. gibi kavramlar üzerinden inşa ediliyor.

Yazımızda (ülke genelinde proje aşamasındaki ya da yapılmakta olan stadyumları unutmadan!) Amed (Diyarbakır)’e yapılacak olan spor kompleksi üzerinden değerlendirmeye çalışacağız.

Gençlik ve Spor Bakanlığı ile Maliye Bakanlığı arasında yapılan protokolle birlikte tenis kortu, atış poligonu, kapalı yüzme havuzu... ve stadyumun bulunduğu kompleks Amed Kayapınar’da inşa edilecek. 2 yıl içinde bitirileceği belirtilen kompleks için daha önce imar konusunda Büyükşehir Belediyesi ile karşı karşıya gelen bakanlık ve TOKİ, imar değişikliği ile projeyi başlattı.

Kompleksi yapacak olan TOKİ, Diyarbakırspor’un kullandığı Atatürk Stadını devralarak Ali Sami Yen’i devraldığındakine benzer biçimde rant alanı üretmiş olacak. Bu noktada projenin zamanlamasına dikkat çekmek gerekiyor. Direnişin rüzgarı barış tarafında esmeye ittiği bir dönemde, Amed’e spor kompleksi inşa etmek ve yeni rant alanları üretmek aslında sistemin, bölgeyi dönüşüm adı (spor kompleksiyle beraber kentsel dönüşümü de düşünmeliyiz) altında daha fazla sömürüye dahil etmesine karşılık geliyor.

Yeni stadyum ve kompleks ile orta sınıfın Diyarbakırspor’unu inşa etmeye çalışacaklar… Endüstriyel futbolun taraftar ötekileştirilip ''müşteriye'' dönüştürülürken, stadyumlar da Modernlik maskesiyle haftanın her günü tüketimin yapılabildiği mekanlar olarak karşımıza çıkıyor. Mekanda yapılacak dönüşüm taraftar profilini de dönüşümünü de kapsıyor[1]. Oturarak maçın izlendiği, loca ve VİP’in genişçe yer aldığı, kameralı ve otoparkı olan bir stada sahip olduğunda (kompleksle birlikte düşünebiliriz), artık bugüne kadar onu var eden ve politik öznenin de üretilebileceği tribünlerin normalleştirme sürecine dahil edilmeye çalışılmasına karşılık geliyor. 

Diyarbakırspor’un konumunun politik zeminden bağımsız şekillenmediğini vurgulayalım. Geçmişte Türkiye Kupası finali oynanmasından Diyarbakırspor da "bu ülkenin takımı" söylemine kadar, ya da bürokrasiyi (valilik, emniyet kanalıyla) kulüp yönetimine kanalize edilmesini hatırlayalım. Daha 2009’da sahiplenme ve koruma (!) maskesiyle Diyarbakırspor için yapılan yardım gecesini düzenlemişlerdi. İktidar buradan bir entegrasyon projesi çıkartmamıştı. Diğer bir politika olan tanıyarak dışlamayı da, (tabi burada tanıyarak kavramının, varlığını reddeden bir zeminde olduğunu unutmayalım) Diyarbakır ve bölgenin koşullarında var olan direnişteki konumunu, iktidarın yok saymaya, kulübü şike veya kriminolojik kavramlarla ötekileştirerek kulüple beraber direnişi de yok saymaya çalışmasını içeriyor. Bu noktada bugün Diyarbakırspor’un üst liglerden hızlıca düşüşü oldukça manidar olsa gerek. Sanki burada iktidar dilleniyor ve ‘ben olmazsam hızlıca düşersiniz’ diyerek kendince güç gösterisi yapıyor ardından da stadyumu da içeren spor kompleksi projesiyle yeniden sahiplenme maskesini takıyor. Uyku tulumları inşa edilir, ediliyor da. Fermuarı kapatılmaya çalışılır fakat fermuarı bir kez açılmaya başlandığında kameranın yönü direnişe döner. İktidarın direnişçisini de ürettiğini vurgulayalım ve yazımızı bitirirken sözü G.Almeyra’ya bırakalım:

“Tecrit futbol sayesinde kırılabilir;

Futbol ile sisteme ve iktidara birçok gizli gol atılabilir”.



[1] Bu hikayenin başka bir versiyonunu daha önce İngiltere’de izlemiştik. M. Thatcher’in iktidarıyla beraber Holiganizme savaş adı altında başlatılan çalışan sınıfların stattan dışlanması süreci başlamıştı.