Sen boksör de ben adam diyeyim. Sen Müslüman de ben insan diyeyim. Sen Clay de ben Ali diyeyim. Sen ne dersen de dünya kabul etmiş bu ismi ben Muhammet Ali diyeyim.

O kadar büyük bir isimmiş ki kendisi kime sorarsanız sorun “Çocukluğumun boksörüydü” diye yorum yapıyor! Biz büyümüşüz ama o hep bizden daha büyük kalmış. Öyle girmiş ki beynimize o’nun yanında kendimizi hep çocuk sanmışız. Çok az insana nasip olur bu. Ancak bunu büyük isimler becerebilir.

Çocukluğum Tuzluçayır Natoyolunda, Ankara’nın çöplerinin döküldüğü Ege Mahallesinde geçti. Bunu özellikle belirtiyorum çünkü çöpün içinde büyüdük biz. Siz bakmayın şimdilerde İş Kulelerinin dikilip AVM’lerin yapılmasına, teneke ve briketten yapılmış gecekonduların temelinde eşekle taşınan suyun samana belenmiş çamurlu toprağı vardı. Şimdi bir bir yıkılırken kanıyor da yürek yarası, yıkılan gecekondumuzun temelinden çıktı babamı sıva yaparken kullandığı tahta malası.

Birçok şey vardı çocukluğumuzda bizleri uyutmayan. Köpekler örneğin! O yıllarda Natoyolunda köpek sayısı insan sayısından çoktu. Fraklı semtlerde okula gidip gelen öğrencileri anne ya da babaları ellerinde kürek ya da süpürge sapıyla beklerdi köpekler kovalarsa ihtiyaç duyarız diye! Türkiye’nin değişik bölgelerinden “Bir umuttur” diye köyden kente göçen yoksul ve emekçi kitleler yavaş yavaş kurarken kendi mahallelerini biz çocuklar büyüklerimizin yaşam telaşına farklı biçimlerde ortak oluyorduk. Korkularımız çoktu ama küçük şeylerden de mutlu olurduk.

Hastalıktan korkardık en çok sık sık elimiz yüzümüz yara bere olurdu. Sızlardı her yanımız çoğu zaman sabahlara kadar yatamazdık. Tahtakurusu sarardı evlerimizin her köşesini. Kanımızı emerdi tahtakuruları! Doktor merhem verirdi sürerdi annemiz babamız merhemi vücudumuza. Yakardı sızısı, uyuyamazdık. O yoksul ama kimseye muhtaç olmadan ve kimseye muhannet etmeden geçen hayatımıza kendimizce uğraşlar edinmeye çalışırdık.

Radyo dinlerdik örneğin. Arkası yarın programlarını. Köroğlu destanını, Karacaoğlan’ı. Saz çalanlarımız saz çalar türkü söylerdi örneğin. Deyişler, semahlar, uzun havalar. Evin giriş kapısının önüne diz çöker otururduk ve benden 2 yaş büyük ağabeyimle birlikte annemizin öğrettiği türküleri seslendirirdik: Bu yurt senin değil konargöçersin, körpe kuzulardan nasıl geçersin, Ali’nin dolusun bir gün içersin, seversen Ali’yi değme yarama.

Büyüklerimizi bilmem ama belki de biz bu yüzden çok daha fazla sevmiştik Ali’yi. Rengine, yaptığı işe ya da bizden çok ama çok uzaklarda oluşuna bakmadan Clay olan ismini Muhammet Ali diye değiştirmesini çok sevmiştik. Bize çok daha farklı gelmişti Ali. Çünkü büyüklerimiz ne zaman dara düşse Ali’yı çağırırdı yanına. “Yetiş ya Muhammet yetiş ya Ali” derdi.

Saat farkından dolayı boks maçları sabaha doğru oluyordu Ali’nin. Tahtakurusundan yatamıyorduk belki, belki her yanımız yara bere içerisinde sızlıyordu, türküler söylüyorduk acıya inat, sızıya inat deyişler söylüyorduk ama çoluk çocuk, yaşlı genç Ali’yi bekliyorduk. Ali bizim için önemli bir isimdi. Ali yardı, yara fermandı. Öyle girmişti ki beynimize attığı her yumruk sızımıza dermandı.

“Koruman var mı” sorusuna “Allah’tır” diyen bir efsanenin cenazesine onlarca koruma eşliğinde gitti birileri! Biz Ali’yi konuştuk onlar başka şeyleri. Biz Aliyi uğurladık onlar başka şeyleri! Biz Ali’yi sevdik onlar reklamı. Varsın olsun! Ne demiştik bizler çocuk aklımızla o’nun maçlarını beklerken: Seversen Ali’yi değme yarama.

Güle güle büyük insan. Çocukluğumun adamı, insanı, Ali’si. Güle güle…