Baba ocağı ne demek biliyorum. İlk defa çocukluğumda öğrenmiştim bu kavramı. Babam her sene kendi köyüne zorla götürürdü bizi. Kendi doğup büyüdüğü evde büyük amcam yaşıyordu. Gider on beş gün falan kalırdık. Ben nefret ederdim oraya gitmekten. Çünkü oraya gidişimizden hoşlanmadıklarını hissederdim. İstenmediğim yerde olmak beni huzursuz ve agresif yapardı.

Sonra büyüdüm, kendi evimden çıkıp evlendim. Annem ölünce, babam tek başına yaşadığı evi erkek kardeşimle iş birliği yapıp sattı. O zaman kendimi sırtımdan hançerlenmiş gibi hissettim. Benim artık geri dönebileceğim özüm yoktu. Gidip gidip geri dönebileceğim, güvendiğim, boşta olsa, özüme ait çıktığım yer, benden habersiz, bana ait insanlar tarafından talan edilmiş duygusuna kapıldım. Ciddi depresyona girdim. Hayal kırıklığı yaşadım. Depresyona alışık birisi olarak üstesinden geldim elbet. Ağladım, kızdım, söylendim, sonunda unuttum. Unuttum derken, yarası kabuk bağladı. Bir çekmeceye kaldırdım. Arada sırada yerinden çıkarıp okşuyorum onu, kendime acımayı seviyorum çünkü. Merhamet etmeme sebep oluyor sonunda. Kendimi yeniden sevmeme bahane oluyor.

Ana dilin ne demek olduğunu da biliyorum. Kendi ana dilimi az buçuk konuşuyorum. Her konuşulanı anlıyorum. Hatta ana dilimi çatır çatır konuşabilsem. O dilde yazabilsem, şakalar yapabilsem, acılarımı kendi dilimde dökebilsem. Başka bir insan olacağımı da biliyorum.

Çünkü insanın yaradılışında en dipte olanın genetik bilinçaltı olduğunu biliyorum.

Bizim düşüncelerimizi yönlendirenin bilinçaltımız olduğunun bilincindeyim.

Gerçek kimliğimin temel taşlarının kültürümden oluştuğunu da biliyorum.

Ama ana vatan kavramı konusunda öfkeliyim galiba, bilinçsizce bir öfke yaşıyorum.

Ana vatan kavramını bugüne kadar hep görmezden geldim özünde.

Gençliğimde insanlar ana vatanlarına gitmek için çaba harcarken, ben sessiz kaldım bu konuya. Şimdi sadece gezi amaçlı bakıyorum. Gider bakarım, orada belki duygularım değişir diye düşünüyorum.

Ben bayrak kavramına da hiç duygusal yaklaşmadım.

Bir gün elime bir yürüyüşte kendi vatanımın bayrağını verdiler. Abhaz bayrağını. Çünkü benim atalarım, yüz yıllık bir savaşın sonunda kendi topraklarından sürülmüş insanlar.

O bayrağı elime tutuşturduklarında, bir süre yürüdükten sonra ruhuma hiç tanımadığım bir duygu musallat olmuştu. O bayrağı taşımak çok hoşuma gitmişti. İnsanlar arabalarını durdurup selam veriyordu. Kendilerinin de taşıdığım bayrakla olan ilintilerinden bahsediyorlardı. Sorular soruyorlardı. Belki de bu türlü fark edilmek hoşuma gitmişti, bilmiyorum.

Bayrağı bana veren arkadaşıma geri vermiştim, al lan demiştim, içimdeki faşist yan ortaya çıktı. İstemiyorum sen taşı.

Bugün Ankara Rusya Büyükelçisi Aleksey Yerhov’un Sputnik’e verdiği röportajı okudum.

Başta Çerkes derneklerinin verdikleri tepkiler sayesinde haberim olmuştu olaydan, ne söylediğini umursamamıştım. Sonuçta ortada kocaman bir soykırım ve bugüne gelen etkisi var. Bir başına adam bir cümle kurmuş kime ne?

Yerhov demiş ki, Çerkes Soykırımı bir mitmiş. Biz uydurmuşuz. Ona bakarsan Ermeni Soykırı mı da yok.

Benim tüylerimi diken diken eden ise şu söylem oldu. “Misal, tüm refahı; akınlar, cinayetler, yağmacılıklar ve köle ticareti üzerine kurulan komşularla yan yana yaşamanın Rus köyleri için ne demek olduğunu düşünen oldu mu? Her ay, her hafta ve her gün bu “barışçıl” dağlıların gelerek erkekleri öldürüp kadın ve çocukları esir aldığını hatırlayan var mı?" demiş, Aleksey Yerhov.

Öyle baktım bir an, sanki hakkımda mahallede fahişe diye konuşuyorlarmış gibi; insanı en çok yaralayan, küçük düşürüldüğünü hissettiren şey, aklından hiç geçmeyen konu içine çekilmesidir.

Başka bir bilgiye daha sahibim. İnsan doğası, yedi kuşak içinde atalarının yaşadığı duyguyu, genleri yoluyla birbirine taşır bazen.

Belki de ben hala atalarımdan birinin o yüzyıllık savaştaki hayal kırıklıklarını, küskünlüğünü, huzursuzluğunu taşıyorum ruhumda. O yüzden ana vatanıma dönmeye hep mesafeli yaklaşıyorum.

Oysa çocukluğumdan gençliğe geçtiğimde ilk okuduğum ve değer verdiğim kitap Beyaz Geceler’di. Rus yazarların kitaplarını her zaman bir nefeste bitirdim. Onlara edebi kimliğimde hep ayrı bir yer verdim. Öncelikle hep Rus şehirlerine gitmeyi hayal ettim.

Belki hesaplaşmak için belki de atalarımdan biri melezdi. Bilmiyorum. Yarım kalmış bir aşkın ruhunun etkisindeyim belki de, bilinmez.

Atalarımdan birinin ailesinin köyü, belki de gece uykudayken platonik bir aşk yaşadığı yakışıklı bir Rus kumandanın emriyle yanıp kül olmuştur. Bilinmez. Tarihimiz, şarkılarımız böyle hikayelerle dolu. Aşk kısmını ben uydurdum.

Andrey Platonov keşfettiğim ve aşkla okuduğum son Rus yazar. O, Mutlu Moskova kitabında kendi halkını, sistemi, şahane bir dille ve bakış açısıyla eleştirir.

Ve benim halkımdan şiirsel bir dille bahseder. Kendi halkının yarattığı sistemin ruhunu yaraladığı insanların iyileşmek için benim halkımın yaşadığı, cennet diyarı gibi bahsettiği ve insanlarını doğa üstü canlılarmış gibi betimlediği yere giden kahramanları vardır.

Sevgili misafirimiz büyükelçi de sadece siyasetle ilgilenmesin edebiyatla da ilgilensin azıcık. Zihninden çıkıp başka insanların zihinlerinden de okumayı öğrensin. Ben bunun çok zevkli olduğunun teminatını veriyorum naçizane.

Acı yanları da var elbet. Tıpkı onun zihnini görüp benim uğradığım şaşkınlık gibi. Ama olsun iyi ki edebiyat sayesinde çok insan zihnine girebilme yetisine sahip insan. Yoksa ne olurdu halimiz?

Belki siyasetten ibaret olurduk. Bilemedim.

Güzel günlerde görüşelim ve görüşmelerimiz iyiliklere vesile olsun.