AKP iktidarını en çok sarsan olay o güne kadar uygulanan politikalara karşı biriken enerjinin açığa çıktığı, toplumsal muhalefetin demokratik tepkisiyle kitleselleşen Gezi Parkı eylemleriydi. Ama aynı zamanda siyasî iktidar aktörlerinin örgütsüz ve aniden gelişen toplumsal hareketi yanlış okumalarıyla, söylem ve eylemleriyle, mahkeme kararlarını tanımamalarıyla iç ve dış kamuoyunun yakından izlediği bir demokrasi sınavıydı.

Bir zamanların Türkiye’yi demokratikleştirme iddiasındaki “reformist”, Avrupa Birliği’yle tam müzakere sürecini başlatan, hattâ Kopenhag Kriterleri’ni, “Ankara kriterleri” yapacak kadar sahiplendiği izlenimi vermek isteyen AKP, hem demokrasiden sınıfta kalmış hem de liderinde eriyeceği yolu adımlamaya başlamıştı.

AKP’nin, kelimenin tam anlamıyla lider sultası altına girmesinde, akrabalık ilişkisi içinde olduğu Gülen Cemaati ile devleti paylaşım savaşının etkileri büyüktü. Yıllarca içe içe olan iki gruptan hükûmet kanadının kamuoyuna sır vermeden, yara almadan diğerinden ayrılması ve o boşluğu doldurması kolay değildi. AKP örgütleri “paralelci” olmadıklarını, Erdoğan’a bağlılığını kanıtlamanın derdine düşmüştü. Silahların ilk çekildiği 17-25 Aralık günlerinde, liyakatin yerine çeşitli saiklerle duyulan yakınlığın esas alınarak devlet kadrolarının cemaatlerle oluşturulduğu gerçeği bir yana, ortaya çıkan yolsuzluk dosyaları öte yana düşmüştü. Yolsuzluğu derhal kapatmak için yargı, emniyet, iletişim, medya alanları, sosyal paylaşım ağları (YouTube, Twitter, Facebook) zapturapt altına alınmış, ezcümle filler tepişirken (sonradan 15 Temmuz müdahalesiyle de) altında kalan yine Türkiye toplumu olmuştu.

AKP ve liderinin seçmenine anlatacak bir hikâyesi, geleceği kuracak önerisi yoktu artık. “Dava” askeri kışlaya çekene, kışlayı emrine alana, Kemalist/laik unsurları devlet kadrolarından kovana kadardı. Yorgundu. Hantallaşmıştı. Eski “ağır abilere” kapılar kapatılmak üzereydi. Troller türemişti. Medya havuz denklemindeydi. Nitekim 7 Haziran genel seçimine “başkanlık” vaadiyle giren AKP’ye tek başına hükûmet kurma yetkisi vermeyen matematiksel sonucun, ilk yenilginin bedeli topluma “kaos” ile ödettirilmişti. Bir demokratikleşme meselesi olan Kürt sorununda Dolmabahçe’deki “çözüm” masası devrildikten sonra yeniden askerî yöntemlerin, çatışmaların hızlanması kanlı karanlık bir süreci başlatmıştı.

1 Kasım genel seçimini kazansa da Erdoğan’ın TBMM’deki çoğunluğu başkanlık yönetimini kurmaya yetmiyordu. Bir gün denize düşen yılana sarıldı; başkanlık hülyasındaki Erdoğan ile 7 Haziran seçimlerinin açıklandığı akşam elinin güçlendiğini gören ve AKP’yle koalisyon kurmayacağını kesin bir dille ifade eden Bahçeli nasılsa ortaklığa yeşil ışık yaktı. Bir parantez açmamız gerekir ki, “milliyetçi hareket” ve ulusalcı cenahtan kimileri, “AKP ile HDP ittifak yapacak” iddiasını öne sürerken en çok şaşkınlığa uğrayan kesimdi. MHP’deki kurultay toplanması talebinin mahkemelik olması ileride İYİ Parti’yi getirecekti.

Parantezi kapatarak devam edelim. Bir zamanlar devlet kadrolarına yerleşmelerine yol verilen Gülen Cemaati’nin yeri doluvermişti: “Derin devlet” Ergenekoncular ile siyasal İslâmcılar kucaklaşmıştı. Türkiye siyasal hayatının 40 yıl sonra Türk milliyetçiliği ile siyasal İslam’ın evliliğinden yeni bir “milliyetçi cephe hükûmeti” vardı artık.

Gizli aşkın meyvesi ise Gezi’den tam dört yıl sonra gidilen “mühürsüz” referandum seçimiyle geldi. AKP-MHP ittifakından; yoğun adaletsizliklere, hak ihlallerine, yargısız infazlara, iddianamesiz tutuklamalara, açlık grevlerine, ölümlere acılara gebe bir partili cumhurbaşkanlığı hükümeti sistemi doğdu. Ekonomik, adlî, sosyal sorunlar ağırlaşıp minare kılıfa sığmayınca erkene çekilen bir genel seçimle anayasal parlamenter sistem tamamen sonlanırken, “milliyetçi cephe” resmen işe başladı.

Cumhur İttifakı’nda cisimleşen saldırgan, kutuplaştırıcı, gerginleştirici, dışlayıcı, küçük düşürücü, toplumun sinir uçlarına dokunan anti-demokratik “yönetim” tarzı, militarizmin ağır bastığı TV dizileriyle pekiştirilmeye çalışılan “milliyet/ezan/bayrak/beka” söylemleri üzerinden sert bir üslupla düşmanlık yaratılarak ama kafa karışıklığıyla yürütülüyor. Bir gün söz topçu kışlasını ihyaya geliyor, bir gün de Ayasofya müzesinin ibadete açılabileceğine. Bir yandan Ankara’ya ilk opera binasını AKP kurmuş oluyor diğer yandan Fazıl Say konserlerine gidiliyor.

Ama bir siyasî lider de, bir milletvekili de, bir gazeteci de, bir akademisyen de, bir sanatçı da, bir iş insanı da, bir avukat da, bir manav da, bir bakkal da, bir işçi de, bir memur da, bir üniversiteli de; kâhir ekseriyetle toplumun birbirinden farklı meslekî, siyasî, kültürel, sınıfsal kesimleri kolayca vatan hainliği suçlamalarına maruz kalabiliyor. Kürt ile Türk’ün de, Alevi ile Sünni’nin de, sosyalist ile ulusalcının da, komünist ile demokratın da, muhafazakâr ile ateistin de kendini baskı altında hissettiği yolu faşizme çıkan bir rejim inşa edildi.

Hukukî güvenliğin ortadan kaldırıldığı süreçte temelini üretimden almadığı için zaten yapısal sorunları olan ekonomideki kriz gün geçtikçe arttı. Enflasyon, döviz kuru yükseldi. TL en çok değer kaybettiği döneme girdi. Mevcut işsizliğe işten çıkarmalar eklendi. Grevler yasaklandı. Benzin, motorin, doğalgaz zamlandı. Hayat pahalandı. En yakın örnekle temel gıda ürünleri patates soğan cep yakmaya, tarlada alıcı bulamayan domates markette fahiş fiyattan satılmaya, piyasada para dönmemeye başladı. Yerel seçim arifesinde kurulan tanzim satışta kuyruklar “varlık kuyruğu” diye anlatıldıysa da pek ikna etmedi. Belki de uzun zaman sonra ilk kez halkın gündemi ile siyasal muhalefetin gündemi çakıştı.

_______

Yarın: İstanbul, yerel seçimler, Ekrem İmamoğlu ve iktidarın sonuçları hazmedememesi.