Gücünün zirvesinde olmak her zaman içinde ciddi bir tehlike/tehdit barındırır. Zira gücü kontrol etmek zordur. Güce sahip olan açısında; bu ister birey, ister bir yapı ya da parti olsun ciddi bir yabancılaştırma potansiyeli taşımaktadır. Gücün varsa bütün doğrular sende toplanmıştır, başkalarının ne düşündüğü, ne istediği, ne söylediği o kadar da önemli değildir. Güç olmak doğru olmanın neredeyse en etkili/gerekli nedeni sayılmaktadır. İktidar ve para bu gücün en temel iki bileşeni; iktidar ve para sende ise doğru da sensin, paşa’da sensin. İşte son bir yıldır daha yakından tanıklığını yaşadığımız tam da budur. “Sokaktakilerin ½ si bana oy verdi” diyen, bunun üzerinde her şeyi kendisi için hak gören Recep Tayip Erdoğan için sonun başlangıcı kendi gücüne olan hayranlığı oldu.

İktidarlar/devletler kendi baskı tekelini oluştururken, bunu kullanırken ve de bütün yapılar üzerindeki iktidarlarını inşa ederken, bu iktidarı sürdürürken çeşitli argümanlara ihtiyaç duyarlar. Nihayetinde “adalet, hakkaniyet, milletin iradesi” vb sözler Tayip Erdoğan’ın ağzında hiç düşmeyen kavramlar oldu. Gezi süreci başladığında iktidar tam zirvesindeydi ve yukarıdaki ifadeler ile 2023’lerin planını yapıyordu. Masalarında büyük/mega projeler ile geleceğin Türkiye’sini kuruyorlardı. Ancak 31 Mayıs 2013 tarihi kendi gücüne tapan, bana bir şey olmaz, benden doğrusu yoktur diyen R.T.E./AKP iktidarı için sonun başlangıcı oldu. Elindeki şiddet/medya tekeli bile bunu başka şekilde bastıramadı. Çünkü artık mızrak çuvala sığmıyordu. Sürecin başında bizler Tayip Erdoğan’ı üç gün boyunda ekranlarda göremedik. Bu görünmeme hali başka bir şey söylemeye de dönebilirdi, dönmedi ve göründüğünde kibrinden, kaba/baskıcı ötekileştiren üslubundan bir şeyi geride bırakmadığını bir kez daha görecektik.

Önemli oranda toplumsal desteğini devam ettirmekle beraber başka bir çoğunluk için artık Tayip Erdoğan ve partisi AKP’nin inandırıcılığı kalmamıştı. Kentlerin sokakları, sokakların duvarları bütün bu yaşananları en iyi şekilde ifade ediyordu. Ancak bütün bu itirazları büyük bir çoğunluk karşı siyasi hamle olarak okumakta ısrar ediyordu. Rant ile kurdukları bağlardan dolayı her şekilde AKP’li olanların dışında, Kürtlerin diğer önemli bir kesimi de AKP iktidarına karşı olmakla beraber “barış süreci” devam etmeli yaklaşımından dolayı bir şekilde ilişkiyi de korumak üzerine bir politika yapıyordu. Bu kaygı haksız bir kaygı değildi, zira sokaklarda AKP karşıtı önemli bir kesim gerçek anlamı ile daha önceki zamanlarda savaştan beslenen ve Kürt meselesinin çözümünü istemeyen kendilerine ister “Mustafa Kemal’in askerleri” isterse “bozkurtlar” desinler tamamen ırkçı/militer kesimlerden oluşuyordu. Bu gerçeklik Kürt Hareketi içinde bir şekilde AKP ile yürüme halini gerekli kılıyordu.

R.T.E./AKP iktidarı da bu durumu sonuna kadar kullandı. “Barış ancak benimle mümkündür, olmadığım bir siyasi denklemde kimse barıştan konuşmayacak” diyerek pratik anlamda bir adım atmadan son bir yılı tamamen yerinde sayarak tamamladı. Hala binlerce Kürt siyasetçi çeşitli bahaneler ile rehine olarak tutulmaya devam ediyor, Roboski’nin hesabı vermeyen AKP ve lideri “sınır”lara duvarlar örmeye devam ediyor. Kürdistan’da şiddet, baskı olduğu gibi devam ediyor. İmralı ile içine girilen süreç gerçek bir müzakereye inatla dönüştürülmedi. Kısacası mevcut iktidar Kürtlerin desteğini bir şekilde sürdürmek için ustaca yalanlardan başka bir şey yapmadı. Artık başka bir şeyler söylemenin ve de yapmanın zamanı geldi. Türkiye’deki siyasi iklim artık bunu zorunlu kılıyor. Dört bakanı yaptıkları yolsuzluklardan dolayı yargılanan, kendisi ve oğlunun kasalar dolu çalıntı parayı saklama telaşı dolaşımda olan bir liderin artık bir şekilde gitmekten başka bir çaresi kalmamıştır.

İktidar/R.T.E güç ve paraya battı. Bu toplumun “balı tutan parmağını yalar” mantından doğru mevcut suça ortaklığı da bu defa durumu kurtaramayacaktır. Gezi süreci başladığında birçok şeyin artık eskisi gibi olamayacağı ortaya çıkmıştı. Sokaklara inen kitlelerin dinamik/özgürlükçü bir siyasi yapı ile ciddi bir güce dönüşmesi beklentisi ne yazık ki hala karşılık bulabilmiş değil. Bu da aslında geçmişten beri bu coğrafyada solun kendisini ufacık iktidar adacıklarına boğarak gerçek anlamda sorumluluk almaktan kaçan yanından kaynaklı. Benzer durum ne yazık ki değişmedi. Mevcut iktidara karşı aylardır sokaklarda olan kitle mevcut siyasi yapıların yaklaşımlarından dolayı iktidarın yerine kendi iradesini koyacak bir duruma evrilemedi.

Bu durum ancak Kürt Hareketi’nin artık “barış için AKP’ye mecbur değiliz” yaklaşımı ile değişebilir. Barış gerçek anlamda salt silahların susması değil, düşmanlıkların olmaması, hayatın içinde bütün şiddet biçimlerinin son bulması demektir. Devlet tarafında ayrıştırılarak çatıştırılan ve iktidarların kendilerini bu çatışma üzerinde inşa ettikleri sürecin geride bırakılması yeni iktidarlar ile mümkün değildir. Öyle olsaydı AKP onbir yılı bulan iktidarı sürecinde bunu yapardı. Gerçek anlamda barış iktidarların talebi ve de işi değildir. Onların varlık gerekçelerine uygun düşmez barış. Roboski’nin hesabını vermeyen bir iktidar barışı getirmez. Barış ancak halkların gerçek talebi olarak sokaklarda akan ciddi bir güce döndüğünde gerçeklik kazanır. Gezi sürecini yeterince görmeyen HDP bu anlamda ciddi bir dinamik olabilir. Aslında bütün yaşanan durumlar, çelişki ve de çatışmalar HDP politikasını hayata geçirmeye dönük ciddi politik imkânlar sunmakta. Bu coğrafyanın halklarına emek, özgürlük ve de barış borcu olan bütün yapı ve de grupların kendi iktidar hastalıklarını bir yere bırakarak politika örmesinin zamanıdır. Geç olmadan…